KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Kültür & Sanat > Sinema & Televizyon & Tiyatro


Sinema & Televizyon & Tiyatro - Sinema ve televizyon ve tiyatro haberleri, gösterimdekiler, bilgiler...


Cevapla
 
Seçenekler
  #1 (permalink)  
Alt 11.05.10, 02:43
mutfak - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Moderatör
 
Kaydolma: 10.09.09
Kadın
Mesajlar: 1.226
Teşekkürler: 50
Üyeye 387 kez teşekkür edildi
Standart Kemal Başar’ın yönettiği Târgovişte’deki ‘Romeo Juliet’



Mc. Raninli gecenin devrisinde, Tony Bulandra Tiyatrosu’nda “Romeo ve Juliet”in prömiyerine katıldım. Mc Ranin, smokiniyle davetiyeli ya da biletli tüm izleyicileri kapıda karşıladı, sonrasında ve perde arasında neredeyse herkesle birebir ilgilendi. Shakespeare’in “Romeo ve Juliet” öyküsünü bir aşk söylencesine dönüştürerek (1591), temel bir aşk imgesi yarattığını, ana tema olarak aldığı aşkı ilk kez tragedya içinde işleyerek, ilk İngiliz aşk tragedyasını ortaya çıkarmış olduğunu biliyordum da salona girdiğimde, konunun perdesiz sahnede kurulu dekor ile pek ilintisini saptayamadım, öylece baktım.

Yapıtın ön sayfaları koreografi olmuş
Oysa oyun başlayınca ve akınca ortaya çıkarılan “işi” bir güzel kavradım. Kemal Başar’ın, Verona’nın önde gelen iki ailesi Montague’ler ile Capulet’ler arasında süregelen “ezeli ve ebedi düşmanlığını”; Prens Escalus’un, kentte güçlükle sağladığı barışı bozacak eylemleri ağır cezalandırma kararı alışını; bir Montague olan Romeo’nun (Marius Manole), arkadaşı Mercutio’yla (Iulian Ursu) birlikte Capulet’lerin verdiği bir maskeli baloya Rosaline’i görmek üzere gidişlerini, ancak Romeo’nun orada Capulet’lerin kızı olan ve Prens Paris’le (Radu Campean) evlendirilmek istenilen Jüliet (Laura Vasiliu) ile karşılaşmalarını anlatan bölüm/leri Hugo Wolff’ün mükemmel koreografisine sırtını dayayarak “komprime” olarak verişine öncelikli olarak içimden alkış tuttum. Wolff, bedensel anlatımı yönetmiş, denetlemiş ve gösterimi bütünlüğe dönüştürmüştü. Elbette onu da alkışladım. Özellikle “tango” tablosundaki her hareketin, sıradan deneyimden ne kadar uzak olursa olsun, yine de sıradan deneyimle bağıntılı olduğunu bana kanıtlamasını hâlâ teşekkürle anmaktayım. Dansçılar deneyimlerini kendi içlerinde kısmen yeniden üretirlerken, bedenimde devinduyumsal bir yanıt oluşmasına o akşam çok şaşırdım.

Gülmez’in, yüzümüzü güldüren dekoru
İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan Murat Gülmez, sahne tasarımını tasarlarken özde belirli bir biçimi değil, bir kavramı belleklere ulaştırma çabasına girişmişti. Montague’leri ve Capulet’leri simgeleyen soffitto’daki birer çembere tutturulmuş halatlar, yerine göre “çok şey olan” ince kırmızı perdeler, çözüme giderken yeni bir söz, yeni bir söylem biçimi yaratmıştı. Jüliet’in uyku ilacı içtiği tabloda, sahnenin her iki yanındaki büyük panolara gerdiği lasteks kumaşı kullanışı ustalık işiydi. Murat Gülmez’in dekoru düş gücünü zorlayan, duygu birikimlerini dışa vurabilen, dramatik yoğunluğun belirlenmesinde Kemal Başar’a yardımcı olabilen bir çalışmaydı. Kısmen de olsa yenilikçiydi, işlevseldi ve yaratıcıydı.

Mc Ranin’in kostümleri, Ayas’ın ışığı
Oyunun giysi tasarımlarını yapan Mc Ranin ise döneminden ve bugünden simgesel özellikler taşıyan kostümler yaratmıştı ve bu yaratı, yönetmenin ve koreografın özel yorum amacına hizmet etmekteydi. Tarihsel ve sosyal süreci çok iyi bildiği anlaşılan Mc Ranin, hayal gücünün ürünlerini sadece sembolik düzeyde değil, aynı zamanda teknik düzeyde de yansıtmıştı.
Oyunun ışık düzenini kuran ve şimdilerde ışıklar içinde yatmakta olan Ankara Devlet Tiyatrosu’nun değerli ışık tasarımcısı Seyhun Ayas, sahnenin bölümlenen her alanına birbiriyle bağlantılı ışıklar ayarlamıştı. Kostüm-ışık bağlantısını da iyi kurmuştu Ayas. Kullandığı renk filtreleri, ağırlığı beyaz olan kostümleri ve kostümlerin desenlerini güçlendiriyor, belirginleştiriyordu. Gece efektleri de ilginçti, iyiydi.

Can Atilla ve Kemal Başar’ın özel başarıları
Ülkemizin önde gelen bestecilerinden Can Atilla’nın kimi zaman tek amacı bir durumu tanıtmak olan, kimi zamansa birkaç notanın eylemi belirlediği akustik dekora dönüşen, müzikal bir motifle atmosfer yaratan müziğiyse hiç kuşkum yok ki oyuna destek veren ana unsurlardan biri durumundaydı.
Kemal Başar rejisinde, bir yandan Shakespeare’in romantik konuyu trajik havaya bulayışını pek güzel kavradığını izleyiciye aktarırken, diğer taraftan da şiirsel bir ortam geliştirmişti. Yapıta derinlik ve olgunluk katmış, konuya özgü Rönesans özelliklerini kenara bırakmıştı. Tabloların sıralanışını ve oyun kişilerini titiz mi titiz bir simetri, denge ve uyum ile sağlamlaştırdığı da gözden kaçmıyordu. Romeo ile Juliet’in ateş artışlarını, çocuksu davranışlarını verişindeki ustalıksa bence görülmeye değerdi. İkilinin “tüy” ile oynayışları, coşkulu sevişme tablosu… Sevilenin sevgi tarafından korunması, sevginin sevileni yeniden yaratması, nefret nesnesinin yok oluşu…
Kemal Başar’ı ille de eleştir derseniz, balo tablosunda Hizmetçi’nin (George Bonceag) elindeki tepsiye Tybalt’ın (Vitalie Ursu) tekme atmasında kadehler etrafa saçılırken neden bir damla içki yere dökülmez; Romeo tarafından yere yatırılıp boğazı sıkılan Benvolio (Sebastian Balasoiu) Romeo’nun elinden kurtulduktan sonra neden boğazını tutup öksürmez diye sorarım, başka da soracak bir şey bulamam.
Oyunculara gelince
Evet… Oyunculara gelince, koro dahil çoğunlukla başarılı olduklarını gönül rahatlığıyla söylemeliyim. “Koroda fevkalade sevimli yüzüyle ve Mercutio’nun Tybalt tarafından öldürülmesi tablosundaki mimikleriyle Daniela Mihai, yarım adım dahi olsa öne çıkıyor” dersem sanırım diğerlerine haksızlık etmiş olmam. Kontes Capulet’te Moldavya asıllı oyuncu Rodica Bistriceanu Ursu, esasen güler yüzlü bir hatun olmasından dolayıdır sanırım, en trajik sahnede bile yüzünden tebessümünü silememesiyle dikkatimi çekti. Olmuyordu. Bu görüşümü, bir gün sonra Türkiye’nin Romanya Büyükelçisi Ahmet Rıfat Ökçün’ün yaklaşık doksan yıllık konsolosluk binasında “Romeo ve Juliet”in tüm kadrosuna verdiği “branch”ta kendisine de söyledim, olanca güzelliğiyle gene gülümsedi. Dadı’da Romanya’da çok ün kazanmış 65 yaşındaki kıdemli (emekli değil) oyuncu Rodica Mandache’yi, doğrusu oyundan önce bana övüldüğü kadar “yüce” bulmadım. Anlamın ve dilin anlatımbilimsel kuramı, oyuncunun bedeni ve ruhunun alt-partisyondan partisyona geçen karma ve süzme sürecinden bu kadar mı uzakta olur, şaştım kaldım. Ne yalan söyleyeyim, “yabancı” olmasa, Juliet’i Peder Lorenzo’nun (Corneliu Jipa) kendisine verdiği uyutucu ilacı içtikten sonra ölüm uykusunda bulduğundaki oyun tutuşunu ayıplardım. Kont Capulet’te Liviu Cheloiu’yu hemen tepki vermeye hazır bir oyuncu olarak beğendim.

Laura Vasiliu’nun oyun gücü
60. Cannes Film Festivali’nde 22 aday film arasından sıyrılarak dünyanın en prestijli sinema ödüllerinin başında gelen Altın Palmiye’yi kazanan Cristian Mungiu’nun filmi “4 Months, 3 Weeks and 2 Days / 4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün”de Anamaria Marinca ile yirmi iki yaşındaki iki öğrenciden birini, içe dönük Gabita’yı canlandıran Laura Vasiliu Juliet’e can veriyor. Beyaz perde bir yana, Vasiliu’yu sahnede izlemek ayrıcalık diye düşünüyorum, çünkü Vasiliu canlı mı canlı fiziksel ve olabildiğince psikolojik yönelimlerinden ender rastlanılan bir Juliet yaratıyor. Karakteri nasıl biçimlendireceğini, biçimlendirebilmesi için nasıl çaba göstermesi gerektiğini, nereye yoğunlaşacağını çok iyi biliyor. Yeri geliyor, sanki karanlıktaymışçasına gözleriyle oynuyor.
İstek, çaba ve elde etme… Vasiliu’da evvel Allah hepsi bulunuyor.

Marius Manole adında bir oyuncu
2006-2007 sezonunda Romanya’da “En İyi Oyuncu” seçilen 28 yaşındaki delikanlı Marius Manole ise Romeo’yu oynuyor. Manole, Romeo’yu fiziksel olarak yaşama geçirirken, karakterin içsel yüzeylerini sadece gözleri, yüz ifadesi, sesi ile değil gövdesiyle de mükemmelleştirerek veriyor. Ufacık tefecik, çelimsiz Marius Manole, sahneye adımını atar atmaz devleşiyor.

Bu oyun festivale getirilmeli
Sonuç olarak, bu oyunu Türk tiyatroseverlerin de izleyebilmesini diliyorum. Her açıdan… Hem yaratıcı kadrosundaki 4 önemli Türk sanatçı adına, hem de iyi çıkan bir “iş” adına. Önümüzdeki yıl, “malûm-u âliniz” 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali var. Hani yani, bu oyun İstanbul’a çağırılsa diyorum. Prof. Dr. Dikmen Gürün’ün kulaklarını çınlatıyorum.
Çınlatmak da ne kelime, ayol kampana çalıyorum.

Üstün Akmen
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
Cevapla






© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006