KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Eğitim > Dersler > Felsefe


Felsefe


Cevapla
 
Seçenekler
  #151 (permalink)  
Alt 08.09.06, 18:27
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 35
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Standart Kibrisli Zenon

M.Ö. 335-263 yılları arasında yaşamış olan, Stoa Okulunun kurucusu, Yunanlı filozof. Akademi'de Krates'in nezaretinde felsefeyle meşgul olan Zenon, Stoalılar tarafından benimsenen temel ilkeleri belirlemiştir. Ona göre, gerçek olan herşey maddidir. Fakat evren, pasif bir maddeden oluşmamıştır. Değişen bir yapısı olan düzenli bütün olan evrendeki pasif maddeden başka, doğadaki düzenleyici, aktif ögeyi temsil eden bir güç daha vardır. Bu aktif güç, maddeden farklı değildir, ancak maddenin değişik bir görünümüdür. O, hava akıntısı ya da nefes gibi, sürekli olarak hareket eden ince bir şeydir. Zenon bu gücün ateş olduğunu söyler; ona göre, bu ateş var olan herşeye yayılır. Bu maddi ateşin en temel özelligi akıldır. Bu ateş, evrendeki en yüksek varlık türüdür. Zenon'a göre, Tanrı herşeydir. Yani, Tanrı bireyleri birbirleriyle birleştiren ateş ya da sıcak nefestir. O, doğanın içindeki akıl ya da rasyonel güçtür. Tanrı'nın ateş ya da rasyonel bir güç olduğunu söylemek, doğaya aklın ve akıl ilkesinin egemen olduğunu söylemekten başka bir şey değildir. Madde, kendisinde bulunan bu akıl ilkesine göre davranır. Maddenin bu ilkeye göre olan sürekli eylemi, Zenon'a göre, bizim doğa yasası dediğimiz şeyi meydana getirir. Zenon, bilgi anlayışında, sözcüklerin düşünceleri ifade ettiğini, düşüncelerin ise, bir nesnenin zihin üzerindeki etkisi sonucu ortaya çiktigini söyler. Zihin, doğuştan boş bir levhadır ve düşünce dağarcığını dış dünyadaki nesnelerden etki aldıkça doldurur. Bu nesneler, duyuların oluşturduğu kanallardan geçerek, zihinde izlenimler meydana getirirler. Aynı nesnelerle tekrarlanan çok sayıda ilişki, izlenimleri çogaltir, belleğimizi geliştirir. Bu, bize önümüzde duran nesnenin ötesine geçerek, genel kavramlara ulaşma olanağı sağlar. Zenon'a göre, bir şeyin doğru ya da iyi olduğu şeklindeki bir yargı izlenimlerimizin bir ürünüdür. Zenon, insan ve ahlak anlayışında, dünyanın bir parçası olan insanın da aynı şekilde maddi bir varlık olduğunu ve tanrısal ateşten pay aldığını söyler. İnsandaki bu ateş, onun tüm vücuduna nüfuz eder ve insana hareket etme ve dış dünyadan duyumlar alma olanağı verir. Yani, Zenon'a göre, insandaki bu ateş, onun ruhunu meydana getirir. O, insan ruhunun en iyi ifadesini akılda ve akıllılıkta bulduğunu savunur. İnsan için akıllılık ise, onun kendisinin de bir parçası olduğu yetkin doğa düzenini anlayıp bilmesi anlamına gelir. Zenon'un ahlakı, işte bu doğa ve insan anlayışına uygun olarak, bir yandan akla ve bilgiye, bir yandan da doğal düzene boyun eğmeye dayanır.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
  #152 (permalink)  
Alt 08.09.06, 18:28
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 35
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Standart Ockhamli Wİllİam

(1285 - 1347)Skolastik felsefenin son dönemlerinin en ünlü filozofudur. Bir Fransız rahibi olan William, Skolastik dönemde ilk belirtileri Roscelinus’ta görülen nominalizmin önde gelen temsilcisiydi.

Ona göre; tümeller, gerçek bir varoluşa sahip değil, yapma şeylerdi. Ancak soyut düşüncenin ürünü olarak ve bilmsel çalışma içinde ortaya çıkabilirlerdi. Çokluğun ortak olan yanı değil, onlara yüklenebilir olan isimlerdi. Bilim, geneli değil, özeli, tekil olan varlığı incelemelidir. Çünkü yalnızca tekil varlıkların bir gerçekliği vardır. Şeyler, ilk baştan beri birey olarak vardırlar.

Ockhamlı William, amprik bir bilgi anlayışına sahipti. Ona göre deney, her türlü bilginin temelidir. Özel, bireysel varlıklarla, olayların varoluşunu, yalnız deney ve duyulara dayanan bilgi ile bilebiliriz. Bunun için, önermeleri deneyde kontrol edileyemeyen bir rasyonel teolojinin, ya da ruhun ölümsüzlüğünü tanıtlamak isteyen -nesnesi gözlenemeyen- bir psikoljinin olmayacağı da aşikârdır. Dolayısıyla Tanrı’nın birliği, sonsuzluğu, hatta varlığı dahi dahi kesin olarak tanıtlanmaz. Bu gibi bilgiler ancak inancın konusu olabilirler ve ancak inanılarak kabul edilebilirler. Bunlar ne tanıtlanabilirler, ne de tanıtlamakta ilke alarak kullanılabilirler. Bu anlayışla o, inanç ve bilgiyi kesin çizgilirle birbirinden ayırır.

WilliamIn bu görüşleri ile birlikte, felsefe artık eskiden olduğu gibi teolojinin, dinin hizmetinde değildir. Bilgi inanç karşısında bağımsız olmaya ve kendini bulmaya başlıyor, Rönesans, üç yüzyıl öncesinden müjdeleniyordu.

Ockhamlı William, kavramların maddi bir temelinin bulunduğunu ileri sürmesi, idealizmin maddi gerçekliğin temelinde tümel kavramların olduğuna dair düşüncesiyle çelişiyordu. Doğanın tekil nesneler ve somut olaylar üzerinde incelenmesi ve bilginin buradan elde edilmesi yolundaki eğilim eski filozofların düşüncelerini yeniden gündeme getiriyordu.

Skolastiğin tümü Ockhamlı William’ın anlayışı ve eleştirileri karşısında boş savlar derekesine düşmüştü. Kilise boş durmadı. Ockhamlı aforoz edildi. Onun ve Durand’ın öğretileri 14. ve 15. yüzyılda da üniversiteleri meydan savaşlarına çevirdi ve ancak Rönesans ve Reform zamanının sakinleşen realistlerle nominalistlerin kavgalarının başlangıcı oldu.
Alıntı ile Cevapla
  #153 (permalink)  
Alt 08.09.06, 18:28
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 35
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Standart Ludwig Wittgenstein

Wittgenstein birinci dönemin temel eseri olan Tractatus ’ta, dilin fonksiyonunu nasıl gerçekleştirdiğini ve dilin sınırlarını ortaya koyacak bir teori geliştirmeyi amaçlamıştır. Dil düşünceyi ifade ettiği için, onun üstlendiği bu görev, aynı zamanda düşüncenin sınırlarına dair bir araştırma olarak anlaşılmak durumundadır; başka bir deyişle, onun projesi, Kant’ın kalkıştığı işin, yani Kritik der Reinen Vernunft’un dille ilgili olan versiyonuna tekabül eder. Tractatus’un iki temel tezi ya da öğretisi vardır: Bunlardan pozitif olan ve dilin dünyayı resmederek, onu temsil ettiğini öne süren birincisine göre, olgusal dilin önermeleri dış dünyayı, olguları resmeder, mantığın önermeleri ise totolojilerdir. Buna mukabil, eserin olumsuz olan tezi ya da öğretisi, ahlaki, dini, ve hatta felsefi söylemin dilin sınırlarını aştığını ifade eder. Wittgenstein’ın, her tümcenin mümkün bir durumun, varolan bir olgunun resmi olduğunu öne süren söz konusu dil ve anlam görüşüne göre, tümce ya da önermeler, son çözümlemede basit nesne ya da şeylere gönderimde bulunmak durumunda olan isimlerin bir birleşimidir. Gerçeklikle dil ya da düşünce arasındaki bu resmetme ilişkisinin mümkün olabilmesi için, onların ortak bir mantıksal form ya da yapıyı paylaşmaları gerekir. Bununla birlikte, bu mantıksal form dünyada bulunmaz; bulunmadığı için de, dilde resmedilemez. Aynı şekilde, ahlaki değerler ve benin dünya ile olan ilişkisi de, dış dünyadaki olgular arasında bulunmadığı için, bunların da resmedilebilmeleri söz konusu olmaz. Bu ve benzeri şeyler, kendileriyle ilgili olarak hiçbir şeyin söylenemeyeceğini ve dolayısıyla, sessiz kalınması gereken metafiziksel konulardır. Wittgenstein’ın bu görüşü, metafiziksel problemlerin, bir çözüme kavuşturulamasalar bile, ciddi ve derin konular oluşturduğunu teslim eden filozofu, Viyana Çevresinin metafizik karşıtı doğrulamacılığına çok yaklaştırır. Oysa Wittgenstein’ın ikinci dönem felsefesi kullanımsal bir anlam teorisi geliştirirken, dilin değişmez ve temel bir özü olduğu, bu özün dünyanın temsiliyle belirlendiği ve dildeki sözcüklerin salt adlandırma işlevi gördüğü görüşünü tümden reddeder. Başka bir deyişle, Wittgenstein bu dönemde, dilin özyapısı üzerine açık, belirgin, soyut ilkeler getirmek yerine, dile doğal bir insan fenomeni, çevremizde olup biten bir şey, karmaşık insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir bütün olarak yaklaşmıştır. Bu dil anlayışının önemli bir özelliği, onun dili özünde toplumsal bir fenomen, ancak birden fazla insanın benimsediği kuralların varlığıyla işleyebilen bir fenomen olarak görmesidir. Wittgenstein, bu dönemde dili, insan tarafından kullanılan bir alet olarak görür. Bir ifadenin anlamı, o ifadenin mümkün kullanışlarının bir toplamıdır. Bu da anlamı, insan faaliyetlerine ve sonunda da yaşam biçimleri bütünlerine bağlar. Dille ilgili olarak resim benzetmesinden alet benzetmesine geçiş, Wittgenstein’ın iki dil görüşü arasındaki en önemli farktır. Wittgenstein, bu ikinci dil görüşünde, dilin kullanılmasını aynı zamanda oyun oynamaya benzetir. Tüm oyunlar kurallar tarafından yönetilen faaliyetler, yapıp- etmeler olduklarına göre, amaçlı bir faaliyet olan dil, uzlaşımsal ve değişken kuralların yönettiği öğelerle yürütülür. İkinci dönemin Wittgenstein’ına göre, felsefe özünde bir teori değil, fakat bir faaliyettir.Felsefe yapılan bir şeydir, ama sayıp dökülecek bir öğreti bütünü değildir. O felsefenin geleneksel problemlerinin kötü bir biçimde formüle edilmiş olan anlamsız problemler olduklarını öne sürer. Bundan dolayı, felsefi teoriler oluşturmaktan vazgeçmek gerekir; çünkü bu, kafaları daha da karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Wittgenstein’a göre, filozofa düşen, dilin, çeşitli kullanım biçimleri içinde uygulandığı, farklı, ancak ilişkili dil oyunlarında nasıl kullanıldığını göstermektir. Filozof bunu, insanların saptırıcı benzetmelerle yoldan çıkmalarına engel olmak için yapar. Wittgenstein’a göre, kişi felsefe yapmaya başlamadan önce, dilin, kendisini saptırabilme tarzlarını ve saptırdığı yolları araştırmak zorundadır. Onun felsefe yapma biçimi işte bu anlayıştan çıkar: Felsefe, dil konusundaki yanlış ve sahte kabullerimizin, dünya üzerine olan düşüncelerimizi nasıl saptırdığının çok yönlü bir biçimde araştırılmasıdır. Felsefenin görevi, bu tür terapidir, tedavidir. Felsefi problemlerle kafası karışmış ya da çıkmaza girmiş kişiye, insanların kullandıkları dil- oyununun kuralları anlatılarak yardımcı olunabilir. Wittgenstein’e göre, insanı yanlışa sürükleyen şey, onun sözcüklerin bir oyunda nasıl kullanıldıklarına bakarak, aynı sözcüklerin başka bir oyunda da aynı şekilde kullanılacağını düşünmesidir. O, birinci oyunun kurallarının ikinci oyunda da aynen geçerli olduğunu düşünür ve böylelikle de çıkmaza girer. Böyle bir insan kafası karışmış olan biridir. Kafası karışmış olan kişi, benim bir dükkanda çevreme bakıp, “ Bu, bir bisiklet; bu, bir televizyon; bu, bir ekmek kızartıcısı” dediğime göre, kendi içime yönelerek “sol dizimde bir ağrı, içimde bir fincan çay içme, bir de bugünün Pazar günü olması isteği var” dediğim zaman, benzer bir iş yaptığımı sanır. Oysa, bunlar tamamiyle farklı iki işlemdir. Kendimize ilişkin betimlemelerde yapılan, kendi içimizde bulduğumuz şeyleri sıralamak değildir. Bu konuda açıklığa varmanın yolu, Wittgenstein’e göre, dili doğal çerçevesi içinde ele almak ve insanların bir şeyler söyledikleri zaman, içinde bulundukları durumları, bunların söylenmesine eşlik eden davranışları hesaba katmaktır.

Ahmet Cevizci - Paradigma Felsefe Sözlüğü

Wittgenstein’da Dönemler

Yirminci yüzyılın "en büyük" filozofu diye nitelenen Wittgenstein 'ın felsefesi, aralarında örtük ve açık bazı bağıntılar bulunmasına karşın, iki ayrı döneme ayrılır. Bu iki dönem, felsefede "çifte devrim" olarak da nitelenir. İlk devrimle mantıksal çözümleme, ikincisiyle dil-çözümsel felsefe anlayışları kastedilir. Birinci dönemin temel yapıtı, Wittgenstein 'ın sağlığında yayımlanan tek kitabı olan, kısaca Tractatus diye anılan Tractatus logico-philosophicus'tur (Mantıksal-felsefi risale). İkinci dönemi simgeleyen yapıt ise Felsefi Araştırmalar (Philosophische Untersuchungen) adını alır. Wittgenstein felsefesini dönemlere ayırma konusunda, felsefecilerin kendi aralannda tam bir uzlaşıma vardıkları söylenemez. Bertrand Russell gibi, yalnızca birinci dönemi alıp, sonraki dönemi felsefeden bile saymayanlar da vardır. D. Pears gibi düşünenler ise, aralarında birbiı-üıi bağlayan birçok çizgi olmasına karşın, iki ayrı dönemden söz ediyor. W. Stegmüller, J. Hartnack gibileri de birbirine zıt iki ayrı Wittgenstein felsefesi olduğunu savunuyor. Stegmüller, birinci dönemi "Dilin Mozaik Kuramı" , ikinci dönemi "Dilin Satranç Kuramı" diye adlandırır. Benzetme, birinci dönemde dilsel işaretlerin mozaik resimlerindeki gibi belirli ve sabit oluşuna, ikinci dönemde sözlerin kullanımının satranç oyunundaki gibi kurala uygun haraketlerine gönderme yapar. Tüm bu düşünürlere karşın, A. Kenny, K.Wuchterl, A. Hübner gibi, Wittgenstein'ın birlikli bir felsefesi olduğunu öne sürenler de vardır.Wittgenstein'ın felsefesinin gelişiminden ve ondaki "gizli birlik"ten söz eden J.Hintikka ve M.B. Hintikka'nın, bizim de katıldığımız düşüncelerini burada son bir görüş olarak anmak isteriz. Hintikka’lar bir yana , onların bu “gizli birlik” saptamasına , her iki dönemde açıkça görülen bazı bağların da bulunduğunu kendi adımıza eklemek isteriz.

Ömer Naci Soykan.- Wittgenstein Felsefesi Temel Kavram ve Sorunlar- Wittgenstein Sessizliğin Grameri- YKY

ANLAMIN SINIRLARI

Gençliğinde Schopenhauer okumuş ve Schopenhauer’un (kendi ifadesiyle) temelde haklı olduğu sonucuna varmıştı. Yaşamının sonraki bölümünde, kavramsal anlığına sahip olamayacağımız, dolayısıyla hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz bir alanda, hakkında konuşabileceğimiz ve anlamaya çalışabileceğimiz, deneyimlerimizin görüngüsel dünyası arasında bölünmüş bir bütünsel gerçeklik görüşünü kabul etti. Ona göre, felsefe, anlaşılır olmak için kendini hakkında konuşabileceğimiz dünyayla sınırlamak zorundaydı; bu sınırı geçecek olursa onu anlamsızlık bekliyordu.

DİL VE GERÇEKLİK

Ancak, Wittgenstein, Frege ile Russell’ın çığır açıcı eserlerinde, Schopenhauer görüngüler dünyasına ilişkin görüşünü daha sağlam temellere (sadece bilgikuramsal değil, aynı zamanda mantıksal temellere) oturtmanın mümkün olduğunu gördü. Böylelikle, bu dünyanın dilde nasıl betimlendiğini, dolayısıyla dille gerçeklik arasındaki ilişkiyi açıklamak mümkün olacaktı. Bir sonraki adımda, ilke olarak, dilde anlaşılır biçimde ifade edilebilecek şeylerin, dolayısıyla, anlaşılabilir kavramsal düşüncenin sınırlarını çizmemiz mümkün olabilecekti. Schopenhauer’un “temelde haklı” olduğu ortadayken, felsefenin yerine getireceği tek önemli görev bu olabilirdi. Dolayısıyla, Wittgenstein’ın ilk dönem felsefesi, insan için kavranabilir olan şeylerin sınırlarını belirlemeye çalışan, Kantçı- Schopenhauercu programın gözden geçirilmiş bir yorumuna dayanmaktaydı. Wittgenstein’ın yaptığı, mantık ve dil çözümlemesi alanında 20. yüzyılda ortaya çıkan yeni gelişmeler ışığında onu yeniden işlemekti.

MANTIKSAL BİÇİM

Wittgenstein’ın ilk kitabı olan Tractatus Logico – Philosophicus’un (1921) özü budur. Kitabına bu ürkütücü başlığı vermesini ona G.E. Moore önerdi. Başlıkta, Spinoza’nın Tractatus Theologico – Politicus’una bir anıştırmanın yapıldığı görülmektedir. Wittgenstein’ın kitabından genellikle sadece Tractatus olarak söz edilir. Wittgenstein, bu kitapla felsefede ele alınmayı bekleyen belli başlı bütün sorunları hallettiğine içtenlikle inanmaktaydı. O yüzden, bu kitaptan sonra felsefeyi bırakıp başka şeylerle uğraşmaya başladı. Kitap, Viyana Çevresi’nin İncil’i haline geldi ve felsefede bütün bir kuşağı etkisi altına aldı. Oysa, Wittgenstein kitabın önemli bir hata olduğu sonucuna vardı. Bu yüzden, başta biraz isteksizce de olsa, 1929’da Cambridge’in felsefe dünyasına geri döndü ve 1951’de ölünceye kadar orada kaldı.
Alıntı ile Cevapla
  #154 (permalink)  
Alt 08.09.06, 18:29
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 35
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Standart Xenophanes

Herakleitos‘un çağdaşı olan Xenophanes ( aşağı yukarı 569- 477 arasında yaşamıştır) Kolophonludur. (Bugünkü İzmir ile Efes arasında) . Bir filozof olmaktan çok,din bakımından bir öğretici. Öğretici nitelikteki koşuğundan kalan parçalarından Xenophanes’in , halk dininin tanrıları insan gibi tasarlamasıyla savaştığını görüyoruz. Bu , onun gördüğü başlıca iş. Tanrıların bu insanlaştırılması – anthropomorphism- Homeros ile Hesiedos’ta yüksek edebi bir biçim de kazanmıştı ve bunların Yunan eğitiminde çok önemli bir yerleri vardı. Xenophanes şöyle diyor: “ Homeros ile Hesiedos,ölümlüler (insanlar) arasında suç sayılan, utanılan bütün şeyleri tanrılara da yüklemişlerdir.Tanrılar hırsızlık ederler, yalan söylerler, eşlerini aldatırlar. Sonra: ölümlüler sanıyorlar ki, tanrılar da kendileri gibi doğmuşlardır, kendileri gibi giyinirler, kendilerinin biçimindedirler. Nitekim Habeşler tanrılarını kendileri gibi kara ve yassı burunlu; Trakyalılar sarışın ve mavi gözlü diye düşünürler. Böyle olunca, atların,arslanların elleri olup da resim yapabilselerdi, atlar tanrılarını at gibi, arslanlar da arslan gibi çizeceklerdi. Oysa tanrılar ne arslan biçimindedirler, ne zenciler gibidirler, ne de Yunan heykellerinde olduğu gibi insan kılığındadırlar”. Halk dininin tanrıları insan biçiminde tasarlanmasına karşı, Xenophanes kendi tanrı tasarımını koyar. Bu, arınmış bir tanrıdır. Ona göre: “Bir tanrı vardır; bu , tanrılar ve insanların en ulusudur; ne biçimi, ne de düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek Tanrı baştan aşağı işitmedir, baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir”. Xenophanes’in bu tanrı tasarımı,tektanrıcılığa ( monotheism) doğru atılmış bir adımdır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla






© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006