KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Genel Başlıklar > Din ve İnsan


Din ve İnsan - Dinlerin güncel hayata etkisi ve çağımızda din üzerine yorumlar


Cevapla
 
Seçenekler
  #1 (permalink)  
Alt 21.12.09, 21:21
_Devilmarcry_ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 02.07.09
Erkek
Mesajlar: 2.962
Teşekkürler: 264
Üyeye 1.002 kez teşekkür edildi
Wink Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)

Son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamı. Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitablarında bu ismi kullanmıştır.

Din bilgilerinde derin alim ve tasavvuf marifetlerinde kamil ve mükemmil olan kerâmetler, harikalar sahibi, Seyyid Abdülhakim efendinin yetiştirdiği selahiyyetli bir din adamıdır.

1929 dan 1943 senesine kadar o büyük zatdan ders almış Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır.

Hüseyin Hilmi Işık efendi, maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî ve bilhassa fen, tıp ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden olduğu için, gerçek bir âlim idi. Her sözü ilme, fenne ve tecrübeye dayanan ve bu bilgilerini ve tecrübelerini dinin temel ve asıl miyarları ile karşılaştırıp, tartarak, söylediğinden, hikmet konuşan, yâni her sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan, belki eşi bir daha çok zor bulunabilecek olan bir zât idi.

Binüçyüzyirmidokuz [1329] hicrî yılına rastlıyan bindokuzyüzonbir [1911] senesinde Mart ayının sekizinci günü, güzel bir behâr sabâhı, İstanbulda, Eyyüb sultânda, Servi mahallesi, Vezîrtekke sokağı, Şifâ yokuşunda [1] numaralı evde tevellüd etdi. Babası Saîd efendi ve dedesi İbrâhîm pehlivan, Plevnenin Lofca kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca kasabasından idiler. Sâid efendi, doksanüç [hicrî 1295] Rus harbinde muhâcir olarak İstanbula gelmiş, Vezirtekkesinde yerleşip evlenmişdi. Harb ve Muhâcirlik sıkıntıları sebebi ile, hiçbir mektebe gidememiş, belediyyede kantar me'mûru olmuş, kırk seneden fazla bu vazîfeyi yapmışdı. İstanbulun büyük câmilerinde, meşhûr hocaların derslerine aralıksız devâm ederek din bilgilerinde çok derinleşmişdi. Vazîfesi îcâbı matematiğin dört işlemini zihn ile yapmakda o kadar mâhir olmuşdu ki, görenler şaşardı. Vezîr Tekkeyi Safranbolulu Muhammed İzzet pâşa, 1210 [m. 1795] de sadr-ı a’zam olunca, Nakşibendî meşâyıhı için yapdırdı.

Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye Numune Mektebi'ni birincilikle bitirdi. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi.

Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi.

Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının önsözünde buyuruyor ki:
"İlk tahsîlimi, baba yerim olan İstanbulda, Eyyûb sultânda, Reşâdiyye nümûne mektebinde yapdım. Evimden ve ilk mektebden din terbiyesi, din bilgisi aldım. Halıcıoğlu Askerî lisesi Orta ve Lise kısmında okurken, mekteblerden Kur'ân-ı kerîm ve din dersleri kaldırıldı. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberimizin ve islâm âlimlerinin ismleri söylenmez oldu. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek, olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında bocaladım. Küçük aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ edemiyordum. Altı sene, bu iki te'sîr altında sarsıldım. Birkaç sene önce, berâber oruc tutduğumuz, nemâz kıldığımız arkadaşlarım, öğretmenlerin ve gazetelerin iftirâlarına aldanarak, ibâdetden vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni dahâ da üzdü. Acabâ haksızmıyım, yanlış yoldamıyım diyordum. (m. 1929) senesinde, lise son sınıfda, onsekiz yaşında idim. Kadr gecesi, mektebde yatmışdık. Uyuyamadım. Şaşkın olarak, yatağımdan fırladım. Düşüncelerimde, îmânda yalnız kalmışdım. Sıkılıyordum, bunalıyordum. Bağçeye çıkdım. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyyûb sultânın, ya'nî Hâlid bin Zeydin türbesine karşı, Halîcin ışıklı dalgaları, sanki bana, üzülme, sen haklısın diyorlardı. Hıçkırarak ağladım. (Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu ma'sûm ve hâlis düâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilm deryâsı Abdülhakîm efendi hazretleri, önce rü'yâda, sonra câmi'de karşıma çıkdı. Beni, cezb etdi. Eczâcı mektebinde talebe iken, Bâyezîd câmi'i şerîfinde va'zlarına, sonra evine gitdim. Bana acıdı. Sarf, nahv, mantık, fıkh öğretdi. Çok kitâb okutdu. Fransızca Maten gazetesine de abone etdirdi. Arabî ve fârisî öğretdi. (Emâlî kasîdesi)ni, (Hâlid-i Bağdâdî dîvânı)nın bir kısmını ezberletdi. Sohbetleri o kadar tatlı, o kadar fâideli idi ki, çok def'a, sabâhdan gece yarısına kadar yanından ayrılmazdım. Şimdi, o sohbetleri hâtırladığım ânlar, hayâtımın en zevkli dakîkaları olmakdadır.











(m. 1936)ya kadar askerî tıbbiyye mektebinde müzâkereci iken, hem kimyâ yüksek mühendisliğine devâm etdim, hem de o islâm âliminin va'zlarından, sohbetinden ilm ve zevk topladım. Kalbimdeki küfr pislikleri temizlendi. İslâmiyyetin dünyâ ve âhıret se'âdeti için, biricik kaynak olduğunu anladım. Önceleri, büyük sandığım kimseleri, islâm âlimlerinin büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm. Onların ilm diye söyledikleri ba'zı şeylerin, ilmden, fenden çok uzak, alçakça düzülmüş plânlar, iftirâlar olduğunu anladım. (m. 1936) dan sonra, Ankarada, Mamak kimyâhânesinde vazîfeli iken, almanca öğrenmemi ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin "kuddise sirruh" (Mektûbât)ını devâmlı okumamı söyledi. Her fırsatda İstanbula gelip, ma'rifetler deryâsından inci, mercân topladım. O ilm güneşinin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköyü müftîsi, fazîletli seyyid Ahmed Mekkî efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldum. Büyük bir şefkat ve mehâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma'kûl ve menkûl, üsûl ve fürû' ilmlerini ta'lîm buyurup beni, 27 Ramezân-ı mubârek 1373 [m. 1953] Pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse me'zûn eyledi.
(m. 1947) den sonra, öğretmenlik hayâtımda, engin denizden bir damla gibi olan bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi açılmakda olan körpe dimâglarına akıtmak için çırpındım. İçimde yanan îmân ışığından, onların saf kalblerine birer kıvılcım salmak istedim. Elhamdülillah! Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce uğraşarak hâzırladığım ve fâideli ve nefîs kokulu çiçeklerden toplanarak doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, birkaç sahîfeye yerleşdirdiğim (Se'âdet-i Ebediyye) kitâbı birinci kısmının basılması (m. 1956) senesinde nasîb oldu.
Hanefî mezhebine göre hâzırlanmış olan bu küçük kitâbın, gazete ve mecmû’alarda reklâmı yapılmamış, dıvârlara i’lânları asılmamış, köşedeki bir dükkânın raflarına emânet edilivermişdi. Müslimân ecdâdının nûrlu ve uğurlu yolundan ayrılmayan, mukaddes dînini öğrenmek aşkı ile dâimâ kalbi yanan, asîl ve îmânlı gençler, bu küçük kitâbı aradı, buldu. Az zemânda kapışdı".

Vatanına saldıran düşmana karşı, kükremiş arslanlar gibi döğüşerek, istiklâl savaşını kazanan şehîdlerin ve gâzîlerin temiz çocukları, bugün de, aynı aşk ve îmânla, babalarının yolunda yürüyerek, istiklâlleri gibi, îmânlarını da, her çeşid tecâvüzden korumağa çalışıyor. Hakka, hakîkate, doğruya koşuyor. Kur’ân-ı kerîme sarılıyor.
"Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz."
Evet, islâm âlimi gördüm. Müslimânlığın ne olduğunu ve islâmiyyetin yüksek bilgilerini ondan öğrenmekle şereflendim. Onun islâm ilmlerinde ve fen ve târîh bilgilerinde engin bir denize benzediğini ve islâm dîninden kaynaklanan güzel ahlâkını görerek hayrân oldum. Bu büyük zâtdan, şeyhlikle, mürîdlikle ilgisi olduğunu gösteren bir söz işitmedim. Tekkelerin kapatılmasından önce ve sonra ismleri duyulan ba’zı tarîkatcıların, islâmiyyete ve tesavvuf bilgilerine uymadıklarını, zararlı olduklarını söylerdi. Dünyânın her yerinde, her dilde tesavvuf kitâbları yazılmakdadır. Kanûnlar, tesavvuf kitâbı yazmağı ve tesavvuf ilmini övmeği değil, tesavvuf perdesi altında, şahsî menfe’at sağlamağı ve tesavvufda bulunmıyan kötülükleri yapmağı suç saymakdadır. Tesavvuf âlimleri de, böyle tarîkatcıları red etmişler, bunların din hırsızları olduklarını, islâmiyyeti içerden yıkdıklarını bildirmişlerdir. Kitâblarımda ve konuşmalarımda hep, (Müslimânın kanûnlara uyması lâzımdır. Fitne çıkarmak harâmdır) diyorum.

İslâm dîni, birleşmeği, sevişmeği, yardımlaşmağı, hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeği, fitne, ya’nî anarşi çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını da gözetmeği, kimseyi incitmemeği emr etmekdedir. Ecdâdımız, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek ve torunlarının dinlerini, îmânlarını korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere yâdigâr bırakmışdır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yiğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz.

Hâinlerin kalemlerinden çıkan, süslü kelimelerle örtülmüş, zehrli propagandaları okuyarak, azîz ve sevgili îmânımızı kapdırmamağa, aldanmamağa çok dikkat etmeliyiz!

Salâhiyyetim olmadığını bildiğim hâlde, yalnız İslâm âlimlerinin, aklları durduran üstünlüklerine hayrânlığımın ve onlara karşı taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu temiz milletin, asîl gençlerin, din simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmaları için, kalbim sızlayarak etdiğim düâların karşılığı olarak, Allahü teâlânın tevfîkı ile meydâna gelen bu üç kitâbı, (m. 1963) de bir araya getirip, (Tâm ilmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller sebebi ile, kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapılmakdadır. Hepsi ingilizceye de terceme edilerek (Endless Bliss) ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak basdırılmışdır. Bu kitâbda, bu fakîre âid hiçbir bilgi ve fikr yokdur. Terceme ve toplamakdan başka nasîbim olmamışdır. Büyük, mubârek zâtların yazıları olduğu için, okuyanların fâidelendiklerini, zevk aldıklarını ve bölücülere, kitâblarıma saldıran, iftirâ eden mezhebsizlere aldanmadıklarını görmekle, cenâb-ı Hakka şükr ediyorum. Böylece, temiz rûhlu, sâf kanlı, mubârek gençlerin, müstecâb düâlarına kavuşacağımı düşünerek seviniyor, bu kitâbı ve düâları kıyâmet günü için, biricik sermâyem biliyorum.








Okula Başlaması:

Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti.Yedi yaşında, sultân Reşâd hânın türbesine bitişik (Reşâdiyye nümûne mektebi) nde ilk tahsîlini yaparken, babası ta'tîl aylarında (Hakîm Kutbüddin), (Kalenderhâne) ve (Ebüssü'ûd) din mekteblerine de gönderir, oğlunun iyi yetişmesi için çok gayret ederdi. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini birincilikle bitirdi. İlk okulda her dersden aldığı altın yaldızlı mükâfatları büyük bir albümü doldurmakdadır. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi.

Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu.

Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmî efendiye (rahmetullahi aleyh) tekrar etdirirdi. Arkadaşları, sen anlatınca daha iyi anlıyoruz derlerdi. Lise ikinci sınıfda (bir dik açının düşeyinin de dik olması için bir kenarının, düzleme paralel olması lâzım ve kâfidir) teorisini isbât ederken, durakladı. Hocası yüzbaşı Fuâd bey hatırlatmak isteyince (Efendim! Burasına aklım ermiyor. Dediğinizi anlıyorum. Fakat, iki isbâtlama birbiri yerine oluyor) demişdi. Fuâd bey, sınıfın ikincisine soruyor. O da, rakibinin bu hâline sevinerek, (Hayır efendim. Hilmî efendi yanılıyor. Kitâb da sizin anlatdığınız gibi yazıyor) diyor. Hilmi efendi, bunu anlıyamadığında ısrar edince, Fuâd bey, onu yerine oturtuyor ve (Hilmî efendi! insanlık hâli bu. Belki bugün çok çalışarak kafan yorulmuş. Belki de başka üzüntün vardır. Başka zeman iyi anlarsın. Üzülme) diyor. Gece oluyor. Herkes uykuda. Nöbetçi, Hilmî efendiyi (rahmetullahi aleyh) uyandırıyor. (Kalk! Geometri hocası, öğretmenler odasında seni istiyor) diyor. Kalkıp giyiniyor. Geceyarısı, şaşırmış vaziyette odaya gidiyorlar. Füâd bey: (Yavrum Hilmî efendi! Evime gidince düşündüm. Hilmî efendi her yeni verilen dersi bülbül gibi tekrar eder. En çetin matematik problemlerini çözer. Onun, bugün iki ayrı geometri davasının birbirine ters düşdüğünü söylemesi boşuna olmasa gerekdir dedim. Çok inceledim. Anladım ki Hilmî efendi haklı imiş. Fransız profesörü Hadamar yanlış yazmış. İzmir lisesi geometri muallimi Ahmed Nazmi bey de, bunu tercüme ederken farkına varamamış. Ben ise, senelerce, bunu yanlış anlatmışım. Oğlum sen haklısın. Seni tebrik ederim. Senin gibi talebem olduğu için iftihar ediyorum. Senin rahat uyuman, sevinmen için, yarını bekliyemedim, geldim) dedi. Hilmî efendinin (rahmetullahi aleyh) alnından öpdü ve gitdi.

Hilmî efendi, askerî lisenin her sınıfında oruclarını tutdu. Her nemâzını kıldı. Son sınıfda iken nemâz kılan yalnız O kalmışdı. İslâm düşmanlarına aldanmış, belki de satılmış olan birkaç kimse, fen bilgisi diyerek, yalanlarla, iftirâlarla dinsizliği, ecdâd düşmanlığını aşılıyorlardı. Jeoloji hocası Âdem Nezîhi, fizik hocası Sabri, felsefe hocası Cemil Senâ ve târîh hocası Bağdadlı binbaşı Gâlib beğler zararlı telkînlerinde pek aşırı gidiyorlardı. Sınıf arkadaşları arasında bu yüzden nemâz kılan kalmamışdı. O, bu hocalarına aldanmadı. Onların derslerine dahâ çok çalışıyor, hepsinden tâm numara ve takdîr alıyordu.

Lise son sınıfda iken, babası Sa'îd efendi vefât etdi. Askerî lisenin talebeleri, hocaları ve subayları cenâzede bulundu. Eyyüb halkı cenâzede bulunanların çokluğuna şaşmışdı.

Abdülhakîm Arvasi hazretlerini ilk tanıması:

1991 senesi mart ayının 1'i cuma gün berat kandili idi. Mübarek hocamıza kandil ziyareti için gitmiştik. Daha sonra eve, hocamızın oğlu Abdülhakîm abi geldi. Sandalyelerde yer olmadığından ben Abdülhakim abiye, oturduğum sandâlyeyi verdim ve yere indim. Hocamız buyurdularki; Alî beye çok büyük iyilik etdiniz. Tam karşıma oturmasına sebeb oldunuz. Ben de, Abdülhakim efendi hazretlerinin her zemân tam karşısına otururdum. Hatta, Eyüp sultan camiinde, ilk tanıdığımda en önde, burun buruna oturmuşduk. Allahü teâlâ, “Her isteyene veririm, bazan da istemiyenler arasından da seçdiğime veririm” buyuruyor. “İnnâ fetahnaleke” sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. Bu âyet-i kerîmede hem adalet, hem ihsan var. “Her isteyene veririm” buyurması adaletdir. “İstediğime veririm” buyurması da ihsandır. İsteyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim de verdi Allahü teâlâ. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezan-ı şerifde oruç tutmak isteyenleri, doktor muayene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. Seksen kişi oruç tutmak isteyen vardı. Bunların içinden güçlü, kuvvetli olanlarından otuz kişiyi tutabilir diye ayırdı. Elli kişiyide de, zaîf gördükleri için tutamaz diye ayırdı. Ben de ufak tefek, zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Ben, tutmak istiyorum dedim. Çünki evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Ben tutmak istiyorum deyince, doktor bana kızdı, bağırdı. Sen oruç tutacak adammısın, sınıfta kalırsın, hasta olursun, ölürsün dedi. Doktor iri-yarı bir yüzbaşıydı. Ramezan-ı şerif geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye yemek çıkıyordu. Ben de onlarla beraber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu. Öğle yemeğini asker, oruç tutan talebelerin arasından geçirirdi. Üstünü de açık geçirirdi. Nezaketen üstünü bile örtmezdi. Etler, buzlu hoşaflar, buzlu sular olurdu. O sıcakda oruç tutan talebeler, biz kavrulurken, doktor yüzbaşının yemekleri bizim aramızdan geçirilirdi. Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Bana sen oruç tutarsan ölürsün demişdi. Kendisi öldü. Seksen senedir ben hâlâ (oruçtan dolayı) hasta bile olmadım. Bana sınıfda kalırsın demişdi. Okulun birincisi oldum. Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek ben kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

İlmihalde de yazdım ya, bir kadr gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece, Allahü teâlâ bana Efendi hazretlerini gösterdi. Bir câmi’in kubbesinin etrafında nûr şeklinde idi. Daha sonra birgün dersden çıkınca bayezid câmisine namaz kılmağa girdim. Namazımı kılınca, sahaflar kapısının yakınında bir hoca va’z ediyordu. Üç-beş kişi dinliyordu. Onlar da, hep yaşlılardı ve uyukluyorlardı. Ben de biraz dinledim, fakat hepsi bildiğim şeylerdi. Küçük, bir formalık bir kitâbdan âmentüyü (imanın şartlarını) anlatıyordu. Hep bildiğim şeylerdi. Sıkıldım fakat hocaya saygısızlık olmasın diye, ayıp olmasın diye kalkıp gidemedim. Biraz sonra, dersimiz burada bitdi dedi. Bu kitâbları satıyorum dedi. Aynı kitâbların devamı vardı önünde. Hepsi bildiğim şeylerdi fakat hocaya yardım olsun diye birini alayım diyerek, kaç kuruş olduğunu sordum. Yirmibeş kuruş dedi. O zamân bir gazete 1 kuruş idi. Kitâbın değeride ancak o kadar eder. Hadi çok fakir olup muhtaç olsun da 5 kuruş desin, buna 25 kuruş çok, vay insafsız vay diyerek kapıya doğru yürümeye başladım. Bir de bakdım, bayezid meydanına bakan kapının tarafındaki demir parmaklıklı bölümde bir başka hoca efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâ’at onu dinliyordu. Câminin ortasına kadar cemâ’at doluydu. Oraya doğru yürüdüm, Parmaklıkların arkasında nur yüzlü bir hoca efendi, bir kitabdan birşeyler anlatıyordu. Hoca efendinin karşısından gidersem edebsizlik olur diye düşündüm. Hoca efendinin karşısından gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. Arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca efendi, demir parmaklıklara arkası dönük oturuyordu. Demirden atlayıp tam arkasında oturdum. Kucağını arkadan seyrediyordum. Bir yandan da (çocukluk işte), aklımdan biraz önceki hocanın yirmibeş kuruşa satıyorum demesi çıkmıyordu. Vay insafsız vay deyip duruyordum. Hem de o hoca efendiyi dinliyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, merak ettiğim konuları anlatıyordu. Çok hoşuma gitdi. Rabıta-ı Şerife risalesinden Evliyâ kabrlerinin nasıl ziyaret edileceğini anlatıyordu. Hiç duymadığım şeylerdi. Biraz sonra ezân okundu. Hoca efendi, dersimiz bugün burada kalsın deyip kitâbı kapatdı. Pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden, kitâbı arkaya, bana uzatdı. “Bu kitâb, küçük efendiye benim hediyem olsun” dedi. Çok şaşırdım. Hiç arkasına bakmamışdı. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra, hep beraber namâza kalkıldı. Biraz sonra ben derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım, ayrıldım. Bu zât kimdir, nerde bulunur diye merak etdim, araşdırdım. Cum’a günleri Eyyûb sultan câmi’inde va’z eder dediler. Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim.
Cum’a nemâzına Eyyûb sultana gitdim. Hoca efendiyi görebilmek için caminin en ortasındaki çok büyük avizenin altına oturdum. Fakat göremedim. Biraz daha bekledim gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki, oturan kişiye sordum. Abdülhakîm efendi nerededir dedim. O da; O yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez dedi. Bekleyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp yan bölmeye geçdim. Orada da aradım, bulamadım. Yanımdakine gene sordum. Abdülhakîm efendi nerededir dedim. O, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra va’z etmek için buraya gelir dedi. Namâzı bitirince gene göremedim. Dışarda bekliyeyim diye düşündüm. Tabî Eyyûb Câmi’i büyük olduğu için daha geç dağılıyor. Gelmişdir diye, namazın duâsını beklemeye sabr edemeyip hemen dışarı çıktım. Baktımki gelmiş. Karşıda bir kitâbcı vardı. Kitâbcının tezgahının yanında, ayakda, kitâbları tedkik ediyordu. Hemen yanına gitdim. Karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitâbcının yanında, oturmak için bir bank vardı. Kitâbcı kaba bir şeklde bağırarak, hoca hoca niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya dedi. O da, peki deyip oturmak üzereydi. Tam o sırada fırladım. Bir dakika efendim, oturmayın dedim. Hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları temizledim. Parkayı katlayıp bankın üzerine koydum. Şimdi oturun efendim dedim. Parkanın üzerine oturmayıp, “Al onu oradan” dediler. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular. “Şimdi üzerime ört” buyurdular. Efendi hazretlerinin üzerine parkayı örtünce, sevindim. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle beraber caminin yan tarafındaki küçük bölmeye girdik. Ben en önde, Efendi hazretlerinin önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle dinliyordum, hiç işitmediğim bilgileri, Rahle üzerindeki kitabdan anlatıyordu

Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle beraber caminin yan tarafındaki küçük bölmeye girdik. İçerisi çok kalabalıktı. Sadece rahlenin önünde birazcık boşluk vardı. Onun için ben en önde , rahlenin hemen önünde oturdum. Efendi hazretleri ile burun buruna oturduk. Dikkatle dinliyordum, hiç işitmediğim bilgileri, Rahle üzerindeki kitabdan anlatıyordu. Efendi hazretleri bir minder üzerine oturmuştu. Anlatırken bana bakıyordu. Hiç işitmemiş olduğum çok merâk ettiğim bilgileri zevkle dinlerken defîne bulmuş fakir gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye, söylediği, her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebi, her şeyi unutmuştum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri beni mest etmişti. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî buyurduki,.. dediğinde İmâm-ı Rabbânî kim diye şaşırdım. Hiç işitmemiştim. Rabbânî deniliyor. Allahü teâlâ ile ilgili mi acaba dedim. Melek geldi aklıma. Cebimden not defterimi çıkardım, araştırmak için yazdım. Sonra dediki; “Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksekdi ki, peygamberlik devam etse idi, hiçbir şey eklemeden, o haliyle peygamber olurdu. Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine paygamberlik makâmı haricinde her kemâlâtı vermişdir. Bütün nübüvvet evsafına câmi’i idi. Ya’nî Peygamberde bulunmakda olan ahlâk ve evsafının hepsi onda vardı. Yalnız bir noksan vardı ki, sadece peygamberlik makamı verilmemişdir, peygamber olmamışdır. Çünki Peygamberimiz, âhir zemân Peygamberidir. Ondan sonra peygamber gelmez. Onun için o peygamber olarak değil de, evliyâ olarak, âlim olarak gelmişdir. Tasavvuf yolunun en yüksek derecesinde, evliyaların en yüksek derecesindedir. O evliyâ da, asrlarda bir yetişir. İşte O Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onlardandır. Kemâlât-ı nübüvvetin hepsi onda vardır.” buyurmuşdu. Mevlânâ Hâlid ismini de hiç duymamışdım. Buradaki kabrde yatan zâta, Hâlid bin Zeyd deniliyor. Herhâlde, bu türbedeki yatan zâtdan bahs ediyor diye düşünmüşdüm. Mevlana Halid isminide not defterime yazdım. Hep böyle yazdım defterime, sorayım bunları diye. (O defter hâlâ evde duruyor) (Efendi hazretlerinden işittiklerimden not aldıklarım defterler hepsi duruyor, fırsat olunca onları size okuyayım inşallah).

Bir şeyden haberim yokdu. Efendi hazretleri orada, Yâsîn-i şerif suresini tefsir ediyordu. Yasinin mânâsını anlatdı. Buyurduki; Yâsîn: “Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili peygamberim, habibim (yakîn denizimin dalgıcı)” demektir buyurdu. Bunları hiç duymamışdım. (Babamın okuma yazması yoktu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep muhacirlikle geçmiş. Arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, 93 harbinde gelmişler. Onun için bize pek bir şey öğretemedi. Fakat öğrenebilmemiz için çok uğraştı. Yalnız hesabı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş denirdi, meyvehoş da kantar memuru idi. Mesela 7 kerre 37 yi hemen bilirdi). Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devamlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimide, kimin sevilip, kimin sevilmeyeceğini öğrendim. Va’z beş dakikada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim. Meğer, öyle dalmışımki, bir saat geçmiş, bana beş dakika gibi, bir an gibi gelmişti, ders bittiğinde rüyadan uyanır gibi kendime geldim. Herkes dışarı çıkarken, câmi’ kapısında eğildim pabuçlarımı bağlıyordum, iplerini geçiriyorum. Askeri pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun sürüyor. Birisi omzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile “Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz.” dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel vaaz eden hoca efendi, Abdülhakîm Efendi hazretleri idi bu. “Baş üstüne efendim” dedim. Tabii ozaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle isteyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, dua ettim, istedim de kavuştum. Bakın Abdülhakim efendi hazretleri, bir görüşde, "seni sevdim" diyor. Halbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Kırk-elli sene hizmet ediyorlar ki, gözüne girsin, teveccühünü kazansın diye. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu bükmek lazımdır. Daha beni ilk görüşde "Küçük efendi seni sevdim" dedi ve evine de davet etdi. Hem sevmek, hem de davet...Onlar yalan söylemez ki, Evliyâ yalan söylemez. (Bu yola zahmetsiz, imtihansız kabûl edildim. Bir de İmâm-ı Rabbâni hazretleri var böyle. Diğerleri ağır imtihanlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir.) Büyüklerin bir iltifatına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Biz hizmet etmeden iltifata kavuştuk. Ne büyük seadet ya Rabbi, ne büyük ni’met. Allahın bir velîsi davet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah. Davet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin davet etmesinden cesaret alarak hemen gittim.

Abdülhakim efendi hazretlerinin evine gitmesi ve İdris köşkü:
1998 senesinin ekim ayının 24 ünde Regaib kandili vesilesiyle, Yalovadaki seadethanelerine, kandil ziyareti için gittiğimizde, huzurlarına kabûl edilmekle şereflenmiştik. Ogün buyurdularki; Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki nûr, birbirine aks eder, te’sir eder. Hele aralarında bir de, Allahü teâlânın sevdiği velî bir kulu varsa, Onun kalbindeki nûr şu lamba gibi herkesi aydınlatır. Aralarında öyle biri yoksa, öyle büyüklerin muhabbeti aydınlatır. Bunun için, O zâtın yanlarında olması, hattâ diri olması şart değildir. Vefat etmiş olsa da, Onun muhabbeti, feyz almağa sebeb olur. O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük müjdedir. İşte ben, böyle büyük bir zâtla Eyyûb Câmi’inde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Bir gün Bâyezid Câmi’ine girdiğimde, tesadüfen gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecektim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günü Eyyûb Sultanda va’z etdiğini öğrendim. O zamân ta’til Pazar değil, Cum’a günü idi. Süleymaniyede bekirağa bölüğü denilen yerde kalıyordum. Cum’a namâzına Eyyûb Câmi’ine geldim, hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok zevk aldım. Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum, “Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasında, arada bir gel de, sohbet ederiz” diye bir ses işitdim. İlk görüşde “Seni sevdim” dedi. Büyük bir zâtın kalbine girmek için, senelerce hizmet etmek ve sevgisini kazanmak lazım. Bana ilk görüşde, "seni sevdim" dedi.
“Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz.” Buyurarak davet etmesinden cesaret alıp, evine gittim. Davet etmeseydi gidemezdim. O zaman Cuma günleri tatil idi. Bir sonraki cuma gününü sabırsızlıkla bekledim. Cuma gün olunca, heyecanla evine gitdim. Bahce kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selim Hân yapdırmış. Altı türbe, üstü köşk idi. Kapıdan girince hemen karşıdaydı. O köşk, çok güzel bir yerde idi. Oradan haliç görünürdü. Sonradan onu yıkdılar, kabrlerin üstüne çatı yaptılar. O köşke ilk ve son defa girmiş oldum. Sonraki gittiğimde köşk yoktu. Ogün gittiğimde, Abdülhakim efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim, Efendi hazretleri köşeye sedirin üstüne oturmuş, önünde bir rahle vardı, kayınpeder Ziya Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuş, rahledeki kitabdan okuyor, Efendi hazretleride, Ziya beyin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. O zamân Ziya beyi de tanımıyorum tabii... Oturacak yer yoktu, salon mahşer gibi kalabalıktı, her yer dolu idi. Zaten edebimden içeriye giremedim, utandım. Kapının dış tarafına, sofaya oturdum dinliyordum. Biraz sonra, henüz bir dakika geçmeden Efendi hazretleri başını kaldırdı, beni gördü. “Küçük efendi, sen buraya gel” diye beni yanına çağırdı. Ayaklarının dibinde bir kişilik boşluk vardı. Beni oraya oturtdu. Edebimden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. Biz bütün kazandıklarımızı edebimiz sayesinde kazandık. Ogün gitmeğe başladım, hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, on sekiz yaşında gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde teveccüh etdi. Teveccüh demek, sevmek demekdir.

Abdülhakim efendi hazretlerinden ilim öğrenmesi:
1993 senesinin ağustos ayının 5 inde, eczaneden dönerlerken, Yenibosnada İhlâs motor'u ziyaret etmişlerdi. Hocamızın çok sevdiği, pekçok kıymetli insanın kalbinde “sakallı dede” olarak taht kurmuş olan babam, (Muammer dede), Mübarek hocamızı karşıladı, binanın çeşitli bölümlerini gezdirip malûmat verdikten sonra, Bahcedeki çiçeklerin arasındaki havuzun kenarındaki sandalyelerde oturdular. İhlas motor çalışanları, bir gülistanda meşruh çiçekleri koklayıp sevince gark olan biçareler gibiydi. Hocamızın mübarek ağzından inci tanesi gibi saçılan sözlerini dinlemekle mesrur oluyorlardı. Hocamız ogün buyurdularki;
“İnde zikrissalihin tenzilürrahme”. Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet yağar. Bütün arkadaşlar müsait zemânlarda toplanıp kitâb okusunlar. Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz... İslâmiyyetin en büyük düşmanı cehaletdir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi vesellem ne buyuruyor; “Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz”. İlm öğrenmek farzdır. Farzları öğrenmek farz, vacibleri öğrenmek vacib, sünnetleri öğrenmek sünnet, harâmları öğrenmekde farzdır. Öğreneceğiz ki, sakınacağız. “Talebül ilmi farîzatün ala külli müslimen ve müslimetün.” “Müslimânların -erkek olsun, kadın olsun- ilm öğrenmesi farzdır” diyor Peygamber efendimiz. Yedi yaşından beri okuyorum, hâlâ okuyorum, kitâb okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum.
Bizim kitâblarımız çok kıymetli, niçin çok kıymetli? Çünkü içinde bana ait hiçbir yazı yok. Hepsi, büyük âlimlerin sözleri. Pırlanta yanında cam parçası olur mu? Abdülhakîm efendi hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medh etdi ise, o kitâbı aldım, o kitâbdan tercüme etdim.
Beni Ankaraya tayin etdiklerinde, Mübarek bana mektûb gönderirdi. Bir mektûbunda; “Aziz Hilmi” diye yazıyor. Aziz ne demek; sevimli demek. İçinde diyor ki, “Bir zamân gelecek, din bilgileri Hilmiden sorulacak.” Evde saklıyorum o mektûbu. Şimdi bütün dünyâ bize soruyor.
Öğrendiğim her şeyi Abdülhakim efendi hazretlerinden öğrendim. Maddî manevî, elime geçen her şey, Onun bereketiyle olmuştur.

(Arabî ve Farisî öğrenmesi):
Abdülhakim efendi hazretleri, senelerce bana arabca öğretdi. Şaşırırdım arabcayı nasıl okuyorlar diye. Kur’ân-ı kerîm okuyoruz. Üstün, esre ve ötre var. Ama arabca kitâblarda, üstün, esre yok ki. Nasıl okunur aklım ermezdi. Mübârek, onları öğretdi bana. Benimle hususi ilgilenirdi. Emsile, sarh, nahv okutup ezberletdi. “Bunu 1000 kerre okuyan hiç unutmaz. Sen zekisin, 500 kerre sana yeter” buyururdu. Öğrendiklerimi, yollarda, tramvayda hep okurdum, ezberlerdim. Gelince, Efendi hazretleri, ezberlediklerini oku bakalım derdi. Okurdum, aferin derdi, çok sevinirdi. Hoşuna giderdi. Hadi bir daha derdi. Birkaç senede Arabcayı öğretdi, Fârisîyi de öğretdi. Hem Arabî, hem Fârisî öğretdi. Ondan işitdiklerim aklımdan çıkmıyor. Başka şeyleri unutabiliyorum, fakat efendiden işittiklerimi hiç unutmuyorum.
Mürşid olgun, mürid uygun olunca, ya’nî Mürşid, kamil ve mükemmil (kemale erdirebilen), müridde de muhabbet ve istidat olunca, senelerin işi sâatlere ve saniyelere döner. Mürşid-i kamilin bir bakışı yeter. Diğer ilmlerde de aynı kaide vardır. Hoca, mahir ve müşfik olursa, talebe de zeki ve çalışkan olunca öğrenilmeyecek hiçbir ilm yoktur. Efendi hazretleri bize hususi emek verirdi, hususi birşekilde ilgilenirdi. Abdülhakim efendi hazretlerine her gittiğimde yanına oturturdu, elini elime verirdi, cebinden kağıt çıkarırdı, yazar yazar, “Al bunu oku” derdi. Okurdum, okuyamazdım, yanlış okurdum, gülerdi mübârek. Kendisi düzeltir, öğretirdi. Ders vermeğe başlamadan bir müddet, sadece elini tutturup sıktırmıştı.
İlk gitdiğim sıralarda, odada kimse yokken, beni alırdı yanına, sandalyeye otururdu mübârek, beni de yanındaki sandalyeye oturturdu. Elini uzatırdı, “Tut elimi” derdi. Tutardım. “Sık” derdi. Elini sıkardım. Sıkardım… “Daha sık, daha sık” derdi. Sıkmakdan yorulurdum efendim. Bakardım ki gözlerini kapamış, uyudu zannederdim, gevşetirdim elimi, çünki yorulurdum. Tam elimi gevşetirken gözlerini açar, “Sık” derdi. Bu şekilde, bir sene hep elini sıkdırdı bana. Kim bilir? Onların bütün vücudları zikr edermiş, Evliyânın bütün zerreleri zikr edermiş. Mektûbatda var bu. Bütün zerreleri zikr eder diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik, Seadet-i Ebediyeye de yazdık bunu. Elini sıkdırıyor ki, o zikr benim kalbimede sirayet etsin diye.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
Cevapla






© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006