Tekil Mesaj gösterimi
  #1 (permalink)  
Alt 01.10.10, 23:44
izmyr - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
izmyr
Yavru Baykuş
 
Kaydolma: 14.09.10
Erkek
Mesajlar: 41
Teşekkürler: 12
Üyeye 2 kez teşekkür edildi
Yeni İslami Sosyalizm

İhsan Eliaçık, Yazar ve düşünür. 23 Aralık 1961′de Kayseri’de doğdu. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okudu (1985-1990). İlahiyat Fakültesi’nden ayrılarak bağımsız yazarlık hayatına başladı. Kayseri Gündem, Değişim, Yeryüzü, Bilgi ve Düşünce, Yarın, Özgün İrade, Bilgi Adam, Zaman gibi birçok gazete ve dergide 30 yılı aşkın süredir düşünce ve yazı hayatına devam ediyor. Mart 2008′de Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı Söz ve Adalet Dergisi’nde aylık, Gerçek Hayat Dergisi ve
UyarıGörmek için lütfen buradan üye olunuz.
haber sitesinde yazdı. Halen kendi resmi web sitesinde (ihsaneliacik.org) ve adilmedya.com haber sitesinde haftalık yazıları yayınlanıyor. Şu ana kadar 20 kitabı yayınlandı. Evli ve beş çocuk babası. Arapça ve İngilizce biliyor, İstanbul’da yaşıyor. İslami düşüncenin ihyası üzerine kafa yormaktadır.

Kendisiyle İslam, mülkiyet, sosyalizm, İslami kesimin içinde bulunduğu konformizm hastalığını konuştuk.


Türkiye’de mülkiyet-din ilişkisi üzerine kafa yoran, özel mülkiyetin sınırları, lüks yaşam ve konformizmi İslami açıdan irdelemeye çalışan nadir düşünürlerden birisiniz. İslami perspektif bakıldığında marksizmin kapitalizme yönelik eleştirisi nerelerde eksik kalmaktadır, İslam düşüncesinin bu yönüyle marksizmin getirdiği eleştirilere ek olarak ne tür eleştiriler getirmektedir?

Marksizmin kapitalizme yönelik eleştirisi denince akla Karl Marx’ın “Das Kapital” adlı eseri akla gelir. Eser incelediğim kadarıyla beş esas bölüm ya da tema üzerine bina edilmiş: meta, mal, sermaye, para ve emek… İlk bölüm “Meta nedir?” diye başlıyor. Bunların birbiri ile ilişkisi, dönüşümü ve bunlardan doğan sonuçlar derinlemesine analiz ediliyor. Bu açıdan Aristo’nun mantık, İbn Haldun’un sosyoloji üzerine yazdıkları gibi iktisat üzerine gayet analitik ve kurucu bir eser. Burada tamamen ikisadî analizler yapılıyor. Gidişât ortaya konuyor ve durum iktisadî “zorunluluk” olarak öngörülüyor.

Baktığımızda Das Kapital’in temel kavramları olan meta, mal, sermaye (ruûs emvâl), para (dinar, dirhem, zeheb, fızza) ve emeğin (sa’y, kesb) birer Kur’an kavramı olduğunu da görüyoruz. Bunların hepsi Kur’an’da geçer. Kur’an’da ki vurgu insanoğlunu bunlara bağımlılıktan kurtarma yönündedir. Das Kapital’deki vurgu ise bunların birbiri ile ilişkisidir. Kur’an’ın bunları kullanırkenki dili dinsel, şiirsel ve metafizik bir dildir. Das Kapital’in bunları kullanırken ki dili ise analitik, fizikî ve iktisadî bir dildir. Kanımca Das Kapital’in bu saydığımız beş kavrama yönelik analizi, Kur’an’ın iktisadî tefsiri değil; ama bir döneme ait (tarihsel) analizi olarak okunabilir. Çünkü tefsir manayı açıklama iken, analiz ise o anki durumu çözümlemedir.

Sizce İslam, sınıfsız bir toplumu mu öngörmektedir? Ayrıca sınıfsız bir toplum mümkün müdür?

Kur’an’da “ümmet-i vahide” kavramı vardır. Beş yerde geçer (Bakara; 2/213, Mu’minun; 23/52-61, Hud; 11/118-119, Maide; 5/48, Zuhruf; 43/32-35).

Bu ayetlere analitik bir gözle baktığımızda görürüz ki bir taraftan “İşte sizin toplumunuz böylesi tek bir toplumdur” denirken, diğer taraftan “Eğer Allah isteseydi insanları tek toplum yapardı fakat zenginliğe imrenmesinler diye yapmıyor” denmesi Kur’an’ın istediği tek toplumun, bir tarafta zenginlikten şımarmışların ve diğer tarafta onlara özenip imrenenlerin olduğu bir toplum değildir. Yani sınıflı bir toplum değildir.

Bilakis Kur’an’ın istediği tek toplum, “sınıf” (zebr, hizp, şia) bakımından tekleşmiş toplumdur. Dil, din, ırk, renk, kültür, sanat, düşünce, inanç vs. bakımından herkesin tek tip hale geldiği bir toplum değildir.

“Ümmet-i vâhide” ayetlerinin geçtiği yerlerde servet ve nüfuzdan (mâl ve benîn), lüks hayattan (zuhruf) bahsedilmesi, bunlardan kaynaklanan gurupların, hiziplerin, sınıfların mahkum edilmesi ve bunun giderilmesi için de “hayırlarda yarışmanın” ve “verileni vermenin” sürekli emredilmesi açıkça bunu göstermektedir.

Yine burada geçen ayetlere baktığımızda görürüz ki tek toplumun parçalanması, guruplara, kastlara, sınıflara ayrılmasının sebebi, içimizden bazılarının “mal ve oğullar” (mâl ve benîn) sahibi olması ve bunları “kendilerine özel olarak verilmiş hayır” sanmalarından dolayıdır. Yani servet, zenginlik ve nüfuz (mal ve oğullar) sahibi kimseler, biriktirdikleri (kenz) ile toplumda ayrıcalık ve üstünlük taslamakta ve “kendi yanlarında olanla şımararak” toplumda sınıflaşmalara neden olmaktadırlar.

Oysa yapılması gereken, mal ve oğullar sahibi olmanın kendilerine özel bir hayır (mülkiyet) olduğunu sanmak değil; hayırda yarışmak (yusâriûne fi’l-hayrât), verileni vermek (yu’tune mâ âtev)… İşte bunu yapanlar Rablerine karşı korku ve titreme içinde olanlar, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine ortak koşmayanlar ve kalpleri korku ile ürperenlerdir.

Demek ki özel mülkiyet yığarak onunla şımarmak, mal ve oğullar (servet ve nüfuz) sahibi olmakla tek toplumu sınıflara ayırmak, “hayr” (karşılıksız bağış) ve “i’ta” (karşılıksız veriş) kaçkını olmak ayetleri inkar, şirk, Allah’tan korkmamak ve ürpermemek oluyor.

İslam’ın özel mülkiyete ilişkin öngördükleri hakkında görüşünüzü almak istiyorum. Özellikle toprak mülkiyetine ilişkin olarak İslam düşünce geleneği içerisindeki yaklaşımları ve sizin buna ilişkin görüşlerinizi özetleyebilir misiniz?

“Şattu’l-Arap su yolu” kelimesini İran-Irak savaşında çok duymuşşunuzdur. Dicle ile Fırat nehirlerinin Basra körfezine dökülmeden önce birleşip 193 kilometre boyunca aktığı yere deniyor.Şatt sahil, kıyı demek, Şattu’l-Arap da Arap sahili, kıyısı oluyor. Buralara daha önce Şatt-ı Osman (Osman’ın kıyıları) deniyordu. Çünkü bu topraklar Halife Osman zamanında Osman b. Ebi’l-As es-Sakafi’ye ikta olarak verilmişti.

Halife Osman, kendinden önceki Hz. Ömer’in toprak politikasında iki önemli değişiklik yaptı: Kureyş’in Medine dışına çıkamayacakları ve toprak sahibi olamayacakları yasağını kaldırdı… Yasağın kalkması ile birlikte Emevî oğulları gözünü Basra körfezindeki bataklık arazilere diktiler. Buralar bataklık olduğu için ölü arazi (mevat) hükmündeydi. Bu nedenle de vergi olarak onda bir (öşür) alınıyordu. Bu bataklıkları kurutma ve ekilebilir hale getirmek için, önce savaş ganimetlerinden elde ettikleri gelirleri devletten takasla buralara yatırdılar. Yani ölü hazine arazilerini savaş ganimetleri karşılığı mülkiyetlerine geçirdiler. Hz. Osman’ın izin verdiği buydu. Bu bataklıkları kurutmak yani ıslah ve ihya etmek için de Afrika’dan köle getirdiler. Köleleri yoğun emek isteyen bataklıklarda ağır şartlarda çalıştırarak oraları çiftlik arazisi haline getirmek istiyorlardı. Böylece büyük “Bahçe sahiplerinden” olacaklardı.

Böylece geniş toprak sahibi ailelerin ortaya çıkmasının önü açıldı. Sonraki iki asır boyunca feodalite İslam toprağında alabildiğine boy attı, onlarca, yüzlerce Kureyş kabile ağası büyük arazi, çiftlik ve bahçe sahibi haline geldi. Bataklıkları kurutup bahçe/çiftlik haline getirmek için binlerce köle çalıştırmaya başladılar. Klasik arazi fıkhında bile toprak köleliği olmamasına rağmen Roma toprak düzenine dönerek toprak köleliği (plep/serf düzeni)) ihdas ettiler. Ve bunu büyük bir ihtirasla yaptılar.

Bataklığı kurutma işi tuzları temizleme ve süpürme şeklinde oluyordu. Bu nedenle buralarda çalışan kölelere “Şurciyyun” (tuzcular) ve “Kessâhun” (süpürücüler) deniyordu. Bu işten büyük tuz tüccarları ortaya çıkmıştı. Elde ettikleri tuzları dış pazarlara, hatta Doğu Afrika’ya satarak bunun karşılığında köle, abanoz ağacı ve altın alıyorlardı. Böylece tuzu temizlenerek ziraate elverişli hale getirilen araziler kendi mülkleri oluyordu.

Bataklıkları böylece çiftlik ve bahçe hale getiren kölelerin işi burada bitmiyordu tabi. Kurulan büyük çiftliklerde şeker kamışı, pirinç ve pamuk başta olmak üzere imparatorluk şehirlerinin hububat, sebze ve meyve ihtiyacı karşılanıyordu. Özellikle şeker kamışının yetiştirilmesi; ekimi, büyümesi, sulaması, bakımı, hasadın toplanması, şekerin çıkarılması ve imal edilmesi, yılın oniki ayı süren ve yoğun emek isteyen oldukça nazlı tropikal bir bitkiydi. Bunun için yoğun bir köle emeği gerekiyordu.

İlginçtir Güney Amerika’ya Afrika’dan gemilerle götürülen köleler de örneğin tropikal bir iklime sahip Brezilya’daki şeker kamışı tarlalarında çalıştırılmıştı. Buralarda da 400 yıl boyunca kölelik kaldırılana kadar yoğun bir şekilde köle istihdam edilmişti. “Kapitalizmin en sevilen çocuğu şeker kamışı tarlalarıdır” sözü boşuna söylenmemiş. AncakŞattu’l-Osmani’de çalıştırılan köleler o kadar şanslı olamadılar. Bölgede kısa sürede ortaya çıkan yeni “Bahçe sahiplerinin” tarlalarında ölesiye, gece gündüz çalışmak zorundaydılar.

İslam tarihinde “Zenc isyanı” diye bilinen ve 14 yıl sürüp 500 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan olayın sebebi budur. Tamamen toprak politikasının özel mülkiyetçiliğe kaymasın ve böylece feoadal toprak sisteminin gelişmesinin sonucudur.

Oysa İslam’ın ilk yıllarında toprak Osmanlı’daki tabirle mir’i arazi olarak kabul ediliyordu ve “Mülk Allah’ındır” ilkesi gereğince kamu malı sayılıyordu. Sonra giderek önce ikta yoluyla, sonra kiralama yoluyla şahısların eline geçti. Emevî döneminde toprağın ve çiftliklerin özelleştirilmesi ile ilginçtir Sovyetlerdeki çiftlik ve kooperatiflerin giderek şahısların özel mülkiyeti haline gelmesi birbirine çok benziyor. Her ikisinde de önce kamu malı anlayışı var. Sonra sistemin içinden birileri yavaş yavaş buraları ele geçiriyor ve sistem türedi mülk sahiplerinin eline geçiyor ve onlar sisteme el koyuyorlar. Bir araştırmaya göre Emevi döneminde mülkün (toprak, su kanalları, sığır, deve, altın , gümüş rezervi) % 76’sı Emevi sülalesinin özel mülkiyeti haline gelmişti.

Malum, İslam’da havâic-i asliye kavramı vardır. Bu dünyada geçinmek için gerekli temel ve zaruri ihtiyaçlar demektir. Ev, binek, ev eşyası vb. Taha suresi 118-19. ayette “cennet” dört madde ile tasvir edilir: Aç kalmamak, çıplak olmamak, susuz kalmamak ve güneşin sıcağında yanmamak… Bunlar bu dünyada bize lazım olan temel ve zaruri ihtiyaçlar oluyor. Bugünkü tabirle yiyecek-içecek, barınma, sağlık, eğitim ve güvenlik ihtiyaçları… Kanımca burada öteki dünyadaki cennetten değil; bu dünyadaki adalet, barış ve güvenlik yurdundan bahsediliyor. Buna “buradaki cennet” diyoruz.

Buradan havaic-i asliye kavramı doğuyor. İşte bu her Allah’ın kulu için bir haktır. Buna özel mülkiyet demiyoruz. Özel mülkiyet bunların dışındaki sermaye oluşturucu araçlardır. Bu sermaye toprak olursa rant, kağıt (para) olursa faiz, taş (bina) olursa kira, ticaret olursa kâr, emek olursa ecr/ücret getirir. Bunlardan ilk ikisi (rant ve faiz) haramdır. Kira binadan geldiği için emek mahsulü değildir ve ihtiyaç fazlası vakfedilmelidir. Ticaret ve ücret ise alışveriş ve hizmetten geldiği için helal olup ihtiyaç fazlası infak edilmelidir.

Bunları neye dayanarak söylüyoruz? Şu ayetlere: “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki ihtiyaç fazlasını (Bakara; 119), “İnsan için emeğinden fazlası yoktur” (Necm;39), “Mallar sizden zenginler arasında dönüp duran bir devlet olmasın” (Haşr; 9), “Rızıkta sütün kılananlar yanlarında ile eşet hale gelmemek için vermiyorlar? Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar” (Nahl; 71), “Yeryüzünde dört mevsim (yetişen) kuvvet (kaynakları) takdir etti. İsteyenler/muhtaç olanlar için eşitce…” (Fussilet; 10), “Onların mallarında mahrum ve muhtaç olanlar için bir hak vardır” (Mearic; 23), “Mallarımız konusunda dilediğimiz gibi hareket edemeyeceğimizi sana namazın mı emrediyor ey Şuayb?” (Hud; 87).

Bu ayetler İslam’dan kapitalizm çıkamayacağının açıkça göstergesidir. Kur’an sürekli olarak “Mülk Allah’ındır” der. Mülk mal ve egemenlik demektir. Bunun kullara nispet edilmesi caiz değildir. Hatta kişinin “Ben zenginim” demesi bile Kur’an’ın (literal) adabına aykırıdır. Çünkü “Allah zengindir, siz yoksulsunuz” der Kur’an.

Demek ki havaic-i asliye görev değil; hak, mülkiyet ise hak değil görev oluyor. Emanet ve ehliyet sahiplerine kamu (toplum) onu görev olarak verebiliyor. Ama bu onun görevi oluyor, hakkı ve özel mülkiyeti değil. Görevi suistimal ettiğinde de geri alınıyor. Toprağın üst üste üç yıl ekmeyenden geri alınıp başkasına verilmesi gibi. Hz. Ali İslam’da toprak mülkiyetinin nasıl olması gerektiği hakkında, İbn Abbas’a gönderdiği bir mektupta şöyle der: “Senden toprak isteyenlere söyle: Orası Allah’ın ve tüm Müslümanların ortak malıdır. Eğer yöre halkının rızasını almayı ve eşit şekilde haklarını vermeyi kabul ederlerse ekip biçmeleri için onlara ver. Bana gelince sahibi olmadığım bir şeyi veremem…” ( İbn Receb; el-İstihrâc il ahkami’l-Harac, s. 59)

Konuya farklı açıdan baktığımızda Marksizmin din hakkındaki görüşlerine yönelik eleştirilerinizi sormak istiyoruz? Sizce marksizmin dine ilişkin görüşleriyle ilgili sakatlık nereden kaynaklanıyor?

Dini aydınlanma kafasıyla algılıyorlar. Malum, din aydınlamacıya göre kişisel bir vicdan işi olup tamamen inançla ilgilidir. Marksistlerin, İslam’ın dinlerden bir din değil; dinlere karşı devrim olduğunu görmesi gerekiyor. İslam, insanlığı uyuşturucu dinlerin etkisinden kurtarmak için gelmiştir. Bu açıdan dinler tarihinde bir reformdur. İslam’a bireysel bir inanç diyen aydınlamanın ve modern burjuvazinin bakış açısı ile bakarsanız fena halde yanılırsınız. Oysa İslam, tevhidci; birlikçi, eşitlikçi yeni bir hayat talebi ve tarihsel-toplumsal bir devrimdir. Bir üst yapı kurumu değil; tümüyle üstyapıdır. Kapitalizm öncesi çağların eşitlikçi, özgürlükçü dinsel dilidir. Kur’an’da Allah kendini yoksulun, ezilenin, mağdurun, mazlumun yerine koyarak konuşur. “Allah”, bu anlamda insanın, tarihin, hayatın ve doğanın akışının bu coğrafyadaki (Mezopotamya-Akdeniz havzası) soyutlanmış ifadesidir. Marx’ın ifadesi ile vicdansız bir dünyanın vicdanıdır. Marx’ın “din halkın afyonudur” sözü olumsuzluk ifade etse bile söyledikleri Hristıyan-Katolisizm için geçerlidir. Burada “Hangi din?” diye sormak icap eder. Hatta “Dinin hangi yüzü?”. Bir eşitlikçi, halkçı, vicdan yüzü var, bir afyon yüzü… Çünkü dinler de devrimler gibi acılar ve ızdıraplar içinde doğar. İktidar, rahat ve konfora gömülünce biter. Tarihe baktığımızda bütün dinlerin isyan ve başkaldırı olarak doğduğunu görüyoruz… Marx’ın analizleri, İslam’ın sosyal adalet dilinin maddi dile çevirilişi olarak okunabilir. Dinî dil, maddi olana yabancılaşma değil; onun dinsel ifadesidir.

İslam’ın ihtiyaçtan fazlasını biriktirmeyi yasakladığını söylüyorsunuz? Bu görüşlerinizi neye dayandırıyorsunuz?

Bakara suresi 219. ayeti gayet açık: “Sana neyi infak edeceklerin soruyorlar. De ki ihtiyaç fazlasını.” Buradaki “afv” fazla olan demektir. Bu ayetten tarih boyunca rahatsız olanlar çok olmuştur, hala da var. Mesela bunlardan birisi ayeti şöyle çevirmiş; “ Sana iyilikten ne vereceklerini soruyorlar. De ki affetmeyi…” Şimdi bu Kur’an’ın sinirlerini alma oluyor. Dini zengin eğlencesi haline getirme diye buna denir. Hadi ayeti tevil ediyorlar, Hz. Peygamber’in hayatını nasıl tevil edecekler merak ediyorum. Malum Peygamberimiz ihtiyaç fazlasını asla biriktirmemiş, mülkiyetsiz ölmüştür. Ölüm yatağında Hz. Aişe’ye şöyle demiştir. “7 dirhem vardı onu götür infak et, üzerimde 7 dirhem dahi olsa bir mülkiyet olduğu halde Rabbimin huzuruna çıkmaktan haya derim.” (M. Hamidullah, İslam Peygamberi; c. 2, s. 1169).

Meşru ve sınırlı ticaret size göre nerede başlar nerede biter?

Ticaret helal kılınmıştır ama şartları var. Bir kimsenin elinde maddi birikim varsa onu üç şekilde değerlendirir: 1- İnfak 2- Vakıf 3- İstihdam. Yani ya elindeki ihtiyaç fazlası birikimi infak edecek ki bu mülkiyetini elinden çıkarmadır. Ya vakfedecek ki bu mülkiyeti “emanet” olarak kendinde olduğu halde gelirini vakfetme, vermedir. Veya iş ve istihdam yaratmada bir işe yatıracak. Birikmiş halde kenarda bekletme (kenz) yok. İş ve istihdamda da sermaye emeğe eşit olacak. Hatta emek sermaye için değil; sermaye emek için olacak. Çünkü aslolan sermaye değil; emektir. Ortaklaşacı üretim ve paylaşım düzeni içinde işletilecek. Buradan elde ettiği fazlalığı da yine ya infak edecek, ya vakfedecek veya tekrar işe yatıracak, bu böyle devam edip gidecek, düzen budur.

Bankaların tasallutundan kurtulmak için infak sandığı veya karz-ı hasen gibi ahilik benzeri dayanışma toplulukları kurulması gerekiyor. Bu, faizsiz bankacılık adı altındaki para ticaretine benzemez. İnfak parası ticari amaç için kullanılamaz. “Kar payı” adı altında para ticaret yapıyorlar, kara amaçlı kurumlar onlar. Peygamberimiz daha Mekke’de tefeci bezirganların tasullutuna karşı dayanışma içine girmiştir. Burada infak çok genel bir kavram. Böylesi bir mülkiyet, emek ve sermaye anlayışının hakim olmadığı yerlerde gönüllülük olarak görünür. Böylesi bir düzen kurulduğunda ise bu düzenli ve zorunlu vergilere dönüşür. Bunun bir sisteme dönüşmesi için içtihatlar yapılır. Biz şu an bir formülden ziyade irade ortaya koymalıyız, arkası praxis içinde gelecektir.

Bakın, daha üçüncü sure olan Müzemmil suresinde bir ayette zekat, karz-ı hasen ve hayr üçü birden geçer. Kur’an bunlara “gündüzün güçleri” der. Bir de “gecenin güçleri” var: Kur’an’dan kolayına geleni okuma, istiğfar… Ne ile ve nasıl alternatif olunacağı ortada. Kur’an ilk mesajlarını bu gözle yeniden okumalıyız.

Bu anlamda bakıldığında İslam düşüncesinden ilham alınarak sizin ulaştığınız bir ekonomik model var mı?

Bana ilham verecek hazır bir model yok. Ama yol gösterici metinler, şahıs, gurup, arayışlar ve benim onlardan ulaştığım çıkarımlar var tabi. Bunları sıralayacak olursak başta Kur’an’ın infak, mülkiyet, emval, karz-ı hasen, zekat, i’ta, tasadduk, hayr ayetleri, Hz. Peygamber’in mülkiyet ile ilgili tutumları, Hz. Ebubekr, Hz. Hatice, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ebuzer’in bu konudaki tutum, görüş ve tavırları yeterince açıktır. Medine’deki tecrübe başlı başına bir ilham kaynağıdır. İslam tarihinde Karmatilerin kurduğu mülkiyet düzeni dikkat çekici ve araştırılmaya değerdir. Nizari İsmaililerinin 360’a yakın kalede nasıl bir mülkiyet düzeni kurdukları araştırılmayı belemektedir. Sanıldığının aksine bu kaleler saray tarihçilerinin yazdığı gibi haşhaş içilen, huri kızların olduğu terörist yetiştiren yuvalar değildir. Bunların çoğu yalan ve iftira. Marko Polo’nun fantastik seyahatnamesinden alınan düzmeceler bunlar. Tam aksine bugün anlıyoruz ki buralar merkezi imparatorluğa karşılık, yerel küçük topluklar halinde örgütlenmeye çalışan ortaklaşacı üretim ve paylaşım düzeni denemeleridir. Keza Osmanlı’da ahi sistemi bunun benzeri ve devamı mahiyetindedir. Şu an buraları araştırıyorum ve saray tarihçilerinin baktığı yerden bakmayınca ilham verici hale geliyor. Buralardan bir modelden ziyade bakış açısı, perpesktif , irade ve ruh çıkarmak önemli. Model değil; önce irade… Böyle yapmak gerektiği iradesi… Gerisi gelecektir, geliyor da. Kaldı ki bu model işi bir kişini altından kalkacağı bir iş de değil. Ama bir kişi bir ruh üfleyebilir, heyecan yaratabilir.

Tevhidin sizce gerçek açılımı nedir?

Tevhid malum birleme demektir. Neyi birleyeceğiz? Biz daha çok bu birlemeyi tanrının birliği olarak anladık. Sanki gökte bir sürü tanrı çarpışıyor, biz onlardan sadece birini kabul edip diğerlerini reddettiğimizde tevhid oluyor. Gerçekte öyle bir şey yok. Bu göğün değil; yeryüzünün parçalanmışlığını ifade ediyor ve yeryüzündeki birlemeyi ifade ediyor. Kur’an’da İlah, Melik, Rabb kavramları hep insanlardan kimilerine karşı söylenir. Firavun İlah ve Rabb olduğunu iddia ettiği söylenir. Hahamları Rabb edinenler olduğundan bahsedilir. Şu halde tevhid yeryüzündedir, insanlarla ilgilidir.

Konu yeryüzü ve insanlarla ilgili olunca bakalım, geleneksel “kast sistemi” ile yeryüzünde en katı “sınıflı toplum” yapısını oluşturan Hindistan’da dört bin kadar tanrı olması acaba tesadüf mü? Tesadüf değil, çünkü “çok tanrılılık” ile “çok sınıflılık” arasında kopmaz bir bağ var. Biri diğerinin ifadesinden başka bir şey değil.

Bu durumda, “Cahiliye döneminde 360 put vardı” demek, her kabilenin üç-dört (bazen sekiz-on) putu/totemi olduğu için en az 60-70 kabile (sınıf/kast) vardı demektir. İşte bu kabile sistemi, Hind kast sisteminin 7. yüzyıl Arabistan’ındaki ifadesiydi.

Bu durumda bir toplumu soy, sop, dil, ırk, renk, kavmiyet, milliyet, mülkiyet hatta cinsiyet bakımından kabilelere (sınıflara/kastlara) bölüp parçaladığınız ve bunlar üzerinden hegomonyalar ürettiğiniz zaman “şirk” koşmuş oluyorsunuz. Halbuki halklar (şuûb) ve kabileler (kabâil) hegomonya ve üstünlük taslamak için değil; kendini ötekinde açma ve geliştirme (teârüf) ve hayırlarda yarış için vardır.

Hegemonya ve imtiyazları ortadan kaldırıp bir ve eşit hale geldiğiniz zaman da tevhid etmiş oluyorsunuz. Kur’an’da “ekber” tabiri iki yerde kullanılır; Allah’ın ekber oluşu ve Hacc-ı ekber… Allah yerine Hacc gelmiş. Yani Allah sınıfsız halkta tecelli eder… Tevhid’ın gerçek anlamı budur!

Sizce İslam ekonomik ve toplumsal olarak insanlığa ne vaat ediyor?

Lailahe illallah ve Lehu’l-Mülk diyor. Yani yeryüzündeki otoritelere boyun eğmeyin. Onlardan korkmayın. Otoritelere değil; kurallara uyun: Evrenin gidiş yasalarına, tarihin sosyal kanunlarına, gönüllü sözleşmelerden doğan yükümlülüklere ve bunları öğütleyen kitaba… Bunun dışında uyulacak, tabi olunacak, boyun eğilecek otorite yoktur.

Yine Mülk Allah’ındır diyor. Yani yeryüzünün rızık ve rızık kaynakları kimsenin değildir. insanlığın, halkındır diyor. Bugün peygamber gelse “Yeryüzünde bir milyar insan hangi suçundan dolayı aç” diye sorardı. İlahi hitap buradan başlardı. Tevhid ve şirk esasen bununla ilgilidir. Zulmün kaynağı burasıdır, adaletin menbağı da burasıdır.

Bu ikisinin anlamı da şu: Bilgi, iktidar ve servet belirli zümreler elinde dönüp duran otorite, hiyararşi ve hegemonya aracı haline gelemez. Bunlar tüm halkındır.

Kanımca İslam’ın çağa vaadini böyle yorumlamak seküler bir yorum filan değildir. İslam çağın ruhani sorunlarını çözmeyi vadeden bir tapınak dini değil; esas mesajı adalet ve mülkiyet ilişkilerinde ortaya çıkan bir gerçek hayat dinidir.

Son olarak Müslümanlar modern döneme kadar üretilen İslam düşünce geleneği içerisinde kalarak, ümmetin mevcut sorunlarına çözüm üretebilirler mi, yeni ve tamamen İslam’ın temel prensiplerine uygun ancak uygulanabilir bir ekonomik model geliştirebilirler mi? Yoksa bu geleneği aşmak mı gerekiyor?

Eğer eski derde deva olsaydı yıkılmazdı. Yeniyi eskide aramanın manası yok. Biz şu an Hz. Muhammed’in getirdiğini din eğlencesine çevirdik. Oyalanıp duruyoruz. Oysa yapmamız gereken Hz. Muhammed’in yaptığını yapmaktır. Hira’dan inip şehirlere dalmaktır. Çağın zulmune yani tanrısı mamon (para) ve tabusu mülkiyet olan çağın paradigmasına karşı çıkmaktır. Öncelikle model veya formül değil; heyecan, ruh ve irade lazımdır. Bu kendi modelini ve formülünü doğurur. İktisadını, edebiyatını, sanatını, kültürünü yaratır.

M. Akif’dediği gibi;

“Gökten gelmez hiçbir şey bütün yerden doğar

Kendi ahlakıyla bir millet ölür ya da yaşar.”



Kaynak:
UyarıGörmek için lütfen buradan üye olunuz.

Arapça orijinali:
UyarıGörmek için lütfen buradan üye olunuz.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor