KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Eğitim > Dersler > Felsefe


Felsefe


Cevapla
 
Seçenekler
  #1 (permalink)  
Alt 21.10.06, 16:41
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 35
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Yeni Sivil Eğitim ve Sivil Eğitimin Batılılaşması

1871'de kapanmak zorunda kalan bu okul, bir yıl sonra yeniden açılıyor ve buna, taşradaki öğretmen okullarına da öğretmen yetiştirme fonksiyonu verilmiştir.

1883 yılında da "Dârülameliyat" adı altında bir uygulama ilkokulu hüviyetini kazanmıştır. İki yıl sonra da tekrar eski adı ve hüviyetine kavuşuyor.

İstanbul'daki İlköğretmen okulu 1909 yılındaki Sâtı Bey'in müdürlük dönemine kadar küçük değişikliklerle, önemli bir yenilik olmadan sürdü geldi. Sâtı Bey, Okulun 900 öğrencisini 150'ye indirerek, öğretim heyetinin de %90'ını değiştirdi. Okul öğrencilerinin uygulama yapacakları bir "Tatbikat Mektebi" açtı. Sâtı Bey'in yönetiminde bu Okulun seviyesi hızla yükseldi. Öyle ki 1912 yılında "Dârülmuallimin-i Aliye" adıyla bir yüksek okul düzeyine çıkarıldı.

Ayrıca 1875 yılından itibaren vilayet ve sancak merkezlerinde de bir ve iki yıllık "Dârülmuallimin-i Sıbyan"lar açılmıştı. Bunların sayıları XX. yüzyıl başlarında 16'ya, I. Dünya Savaşı yıllarında da 30'a kadar çıkmıştı. Savaş yıllarında okullar gerek öğretmen gerek öğrenci kadroları açısından kapanma derecesine kadar zayıfladı. Kurtuluş Savaışı sırasında özel idareler tarafından yönetilen bu okulların sayısı 33, Cumhuriyetten sonra da 46 idi. 1924'de bunların sayısı 20'ye indirildi. Öğretim süreleri beş yıla çıkartıldı.

1926-28 yılları arasında köylerdeki ilköğretim sorunu çözümlenmeye çalışıldı. Kayseri ve Denizli'de Köy Öğretmen Okulları kuruldu ve 1933'de kapatıldı. 1927-1932 yılları arasında aynı amaca yönelik ve dört il merkezinde açılan "Pedagoji Sınıfları"nı görmekteyiz. Köy öğretmeni yetiştirme sorunu 1936 yılında Köy eğitmeni yetiştiren kurslar biçiminde, 1937'den itibaren de Köy Öğretmen Okulları biçiminde çözümlenmeye çalışılmıştır.

1940 yılında ilköğretim düzeyindeki okullara öğretmen yetiştiren bütün kurumlar "Köy Enstitüsü" adı altında yeniden kurulmaya başlanmıştır. 1950'ye kadar sayıları 21'e çıkan Köy Enstitülerinin 1947 ve 1952'de programları önemli ölçüde değiştirilmiş,1954 yılından itibaren de adları "İlköğretmen Okulu" biçimine getirilmiştir. Daha sonra sayıları 84'e kadar çıkan öğretmen okulları bugün "Öğretmen Lisesi" haline getirilmiş ve asıl fonksiyonunu Eğitim Fakültelerine devretmiş bir şekle gelmiştir.

Yüksek Öğretmen Okulları

Yüksek Öğretmen Okullarının amacı, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirmektir. Bunun için de üniversite düzeyinde bir eğitim vermiştir. Ülkemizde yüksek öğretmen okulu sayılabilecek ilk tasarı, 1869 Yönetmeliğinin Büyük Dârülmuallimin tasarısı idi. İki yıllık idadi ve 3 yıllık sultani şubeleri, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirecekti. İdadiye Şubesi 1877'de açıldı. 1880'de kapandı.
Esas "Dârümuallimin-i Aliye" ise 1891'de kuruldu. Öğretim süresi 2 yıl olan bu okulda rüşdiye üstündeki okulların öğretmenini yetiştiriyordu.

II. Meşrutiyetten sonra bazı derslerini üniversite ile beraber yapan bu Okul, daha sonra lağvedilerek Sâtı Bey yönetimindeki İstanbul Dârülmuallimini'ne bir kısm-ı âli eklendi ve daha sonra da "Dârülmuallimin-i Aliye" adını aldı. Öğretimi kâh Üniversite ile beraber kâh ondan bağımsız olarak Cumhuriyet dönemine kadar sürdü.

Cumhuriyetten sonra 1924'de Yüksek Öğretmen Okulunun yönetimi bağımsız, öğretimi ise tamamen üniversiteye bağlandı. Bu durum 1948 yılına kadar sürdü. 1950'den sonra ise İstanbul, Ankara ve İzmir'de büyük, yatılı, öğretimi üniversitelere dayalı üç Yüksek Öğretmen Okulu açıldı. İlköğretmen okulunun 5. yılından seçtiği öğrencileri Üniversitede okutarak, lise öğretmeni yetiştiren bu kurumlar da 1975'den sonra oldukça büyük değişikliğe uğrayarak ortadan kalktı.

Özel ve meslekî Öğretmen Okulları

Türkiye'de özel öğretmen okulu kurulması için Osmanlılar döneminde bazı girişimlerde bulunulmuş, ancak başarılı hiçbir uygulamaya geçilememiştir.
Meslekî ve teknik öğretim alanında çalışacak öğretmenler ise, Cumhuriyet dönemine kadar ya kendi okullarında ya da yurtdışında yetişmişlerdir. Cumhuriyet döneminde de bu sorun ilk yıllar yurt dışına öğrenci gönderilerek ve yabancı uzman getirilerek çözümlenmeye çalışılmıştır. Daha sonra ise -okulların sayının hızla artması üzerine- 1934-35 öğretim yılında Kız Enstitülerine ve Akşam Kız Sanat okullarına öğretmen yetiştiren "Kız Teknik Öğretmen Okulu", 1937-38 öğretim yılında Erkek Sanat, Akşam Erkek Sanat, Yapı Enstitüsi vs. öğretmenlerini yetiştirmek için "Ticaret Yüksek Öğretmen Okulu" açılmıştır. Ayrıca Kız ve Erkek Sanat okulları çıkışlılardan da öğretmen olarak yararlanılmaktadır.

Öğretmen Okulları ve Eğitim Bilimi

Türkiye'de Batı örneğine göre kurulmuş okullar için açılan öğretmen okullarında maalesef eğitim bilimiyle ilgili dersler uzun süre sonra ve ilkel bir biçimde yer almıştır.
Öğretmen okullarında eğitimle ilgili ilk dersler didaktik konusunda olmuş, Cevdet Efendi "Elifba" dersini verirken bunun didaktiğine daha çok önem verir bir tarzda anlatmıştır. 1877-78 yıllarında Usul-ü Tedris (Didaktik) dersinin öğretmen okulları programına konulup konulmaması konusunda bazı çalışmalar oluyor ve sonunda bu ders kesin olarak okul programlarına giriyor. Aynı sıralarda "Dârülameliyat" adıyla daha ziyade uygulamaya yönelik okullar açılıyor. XX. yüzyıla kadar öğretmen okullarındaki eğitim dersleri hemen tamamen "Usul-ü Tedris" ve "Fenn-i Terbiye" adlarıyla genellikle metodik derslerdir.

"İlm-i Ruh" adıyla psikolojinin de programlara girdiği görülmektedir. Giderek bu okullardaki pedagoji ders saatleri artırılmış ve çeşitlendirilmiştir. 1970'lerden sonra ise Türkiye'de öğretmen yetiştirme sorunu gene bir bunalım içine girmiştir.

5.5. Darülfünun

Bazı eğitim tarihçileri, Türkiye'nin Batılı anlamda ilk Üniversitesi olan "İstanbul Dârülfünu"nu Fatih külliyesine bağlamak isterler. İşe medrese açısından bakılırsa 19. yüzyıla gelinceye kadar Türkiye'de üniversite dediğimiz İstanbul Darülfünunu, medreseden ayrı, Avrupa'nın üniversitelerini taklit etmek amacıyla kurulmuştur. Bu nedenle başlangıcını Fatih dönemine kadar götürmek yanlış olacaktır.
1845'de kurulan Meclis-i Maarif-i Muvakkat, Fransız eğitim sistemine göre Türk eğitim sistemini üç kademeli olarak kurulması çalışmalarına başladı. Meclis-i Valayı Ahkam-ı Adliye'ye sunulan tasarıda, sıbyan okullarına ilköğretim kademesi denilerek, onun üzerine medreselerden ayrı bir orta ve yüksek öğretim kademesi kurulacaktı. Ortaöğretim "rüşdiye" mektepleri kurulup yayılarak meydana getirilecek, yüksek öğretim düzeyinde ise yatılı bir "Dârülfünun" kurulacaktı.

Gerçekten de İtalya'dan Fasoti adında bir mimar ayda 100 altın maaşla getirilmiş ve Sultanahmet'le Ayasofya arasında üç katlı bir bina ancak 19 yılda yaptırılabilmiştir (1845-1864). Bu bina bir ara Kırım Savaşı dolayısıyla askerî hastahane olmuş, Maliye, Adliye ve Evkaf Nezaretleri, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, İstanbul Vilayet binası ve mahkeme olarak kulanılmış ve sonra da yanmıştır (1933).

Ancak bu binanın yapımı daha tamanlanmadan 1863'de binanın tamanlanmış kısımlarında Dârülfünun derslerine başlanılmıştır. Dersler herkese açık konferanslar biçimindeydi. Derviş Paşa Fizik, Hekimbaşı Salih Efendi nebatat, Ahmet Vefik Efendi Tarih, Ahmet Cevdet Efendi Tabii Coğrafya, Müneccimbaşı Osman Saip Efendi de heyet üzerine konferanslar veriyordu. Konferansları sürekli izleyen bir öğrenci zümresi de vardı. Ancak bu olumsuz bir tecrübe oldu. Dinleyicilerin bilgi düzeyleri dersleri anlamaya yeterli değildi. Konferanslar pek ciddiye alınmıyordu. Dinleyicilerin ve ders verenlerin büyük çoğunluğu devlet memuru idiler.

1865 yılında bu konferanslar esas Dârülfünün binasında çıkarılarak (Maliye Nezareti olmuş) Divan yolunda Nuri Efendi Konağı'na taşındı ve oranın da içinde kütüphanesiyle beraber yanması üzerine, yeni bir binada konferanslara devam edilmedi.

Dârülfünun'un ikinci kez gündeme gelmesi, Saffet Paşa'nın hazırlayıp yayınladığı 1869 "Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi" ile olmuştur. Bu yönetmeliğin 79-129. maddeleri İstanbul'da bir Dârülfünun-u Osmanî kurulmasını öngörülüyordu. Bu üniversite "hikmet ve edebiyat", "hukuk", "ulûm-u tabiiye ve riyaziye" diye üç kürsüden oluşacaktı. Öğretim süresi üç yıl olacak şekilde ders programı da hazırlanmıştı. Türkçe ders yapacak "müderrisler" yetişinceye kadar Fransızca da ders yapılabilecekti. Üniversitenin diğer hususlarına dair ayrıntılar da tespit edilmişti.

Bu Dârülfünun ders yapabilmesi için Çemberlitaş'ta bir yeni bina yatırıldı (Uzun süre Maarif Nezareti olararak ve Belediye Fen Heyeti Binası olarak kullanılmıştır). Gazete ilânlarıyle kayıtlar yapıldı. Başvuran 1000 civarında öğrenciden 450'si sınavla seçildi. Ancak seçilenlerin büyük çoğunluğu medrese öğrencisi oldukları ve onlar da 3 aylar cerrine çıktıkları için, açılış Ramazan Bayramı ertesine bırakılmış ve Ramazan süresince Üniversite resmen atanmış öğretmenlerce, halka açık gece dersleri düzenleniyor. Ancak bu dersler (Takvim-i Vekayi'de yayınlanmıştır) seviye olarak ilk öğretim düzeyinde diye nitelenmektedir. Ama bu karar daha sonraki duruma bakarak verilmiştir!

Bu ikinci Dârülfünun da 1870'de büyük törenlerle açılmıştır; ancak Yönetmelikte belirlenen bütün dersleri verecak öğretmen ve ders kitabı bulunmadığından haftada 5 gün ve ikişer saat ders yapılabilmiştir.

Ancak bu dersler sırasında bilgisizlik, bu kurum hakkında devamlı sorunlar çıkarmıştır. Burada açılan Arapça dersleri öğrencilerin ilgisizliği yüzünden kapatılmış, Cemalleddin Afgani'nin konferanslarından birinde güya "Nübüvvet, sanatlardan bir sanattır" demesi büyük tepkilere yol açtı. Bu sözü reddeden kitaplar yazılmıştır. Oysa konuşmadan yukarıdaki gibi bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Ama medrese öğrencilerinin tepkisi üzerine Cemalettin Afganî yurt dışına sürülmüş, Darülfünun'un Müdürü Hoca Tahsin Efendi görevden alınmış, bu kurumu koruyan Sadrazam Ali Paşa'nın da ölmesiyle 1871 yılında kapanmıştır.

Bu Dârülfünun'un softalar baskısıyla dağılması üzerine, Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray Lisesinde bir Üniversite kurulması için Müdür Sava Efendi (Paşa)'yi görevlendirdi. O da bu sırada Gülhane Kışlasında olan Liseyi Beyoğlu'na getirerek orada Edebiyat, Hukuk ve Turuk-u Maabir (yollar - köprüler, Fen) dallarında bir Ünivereite kurdu. "Dârülfünun-u Sultanî" veya "Mekteb-i Aliye-i Sultaniye" adıyla anılan bu üniversiteye de ilânla öğrenci kaydedildi. Öğretmenlerinin çoğu Fransız ve bazıları da Rum idi. Dersler de Türkçe ve Fransızca olarak okutuluyordu. 1874 yılında açılan bu Üniversite daha devamlı olmuş, üç defa mezun vermiş, hattâ doktora tezleri bile yaptırılmıştı. Ancak 1880-81 yıllarından sonra bu okulun bir çok problemleri ortaya çıktığından, fen kısmına öğrenci bulunamadığından Maarif Nezaretince lağv edilmiştir.

Bundan sonra, Sadrazam Sait Paşa'nın II. Abdülhamid'e yaptığı -kabul edilmeyen- birkaç önerinin dışında, 20 yıl kadar yeni bir açma girişiminde bulunulmadığı görülüyor.

Ancak 1900 yalında, Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. Yıldönümünde, Mülkiye Mektebi binasında "Dârülfünun-u Şâhâne" adıyla bir Üniversite kurulmuştur. Bu Üniversitenin bir gösteriş olarak açıldığı, ayrıca gençlerin Üniversite öğretimi görmek için Avrupaya gitmelerini engellemek ve Abdülhamid'in maarif düşmanı olmadığını göstermek için açıldığı da iddia edilmektedir.

Osmanlı eğitim sisteminde Hukuk ve Tıp okulları daha önce açılmış olduğundan ve hâlâ öğretim yapmakta olduklarından, yeni açılan Dârülfünunda bunları tamamlayacak şu üç şube açılmıştı.

Edebiyat
Ulûm-u Riyaziye ve Tabiiye (Fen)
Ulum-u Aliye-i Diniye (İlâhiyat).

Bu şubelere alınacak öğrenci sayısı 25-30 civarında sınırlandırılmış, ayrı bir bina ve yönetime gereksinme duyulmadan, Mülkiye Mektebi binasında ve onun müdürünün hizmetine verilmişti. Öğretim süreleri -birer yılı doktora sınıfları olmak üzere- Fen ve Edebiyat şubelerinde 3, ilâhiyat şubelerinde 4 yıl idi. Ancak öğrenci sayısı çok sınırlı tutuldığından, siyasî, sosyal, felsefî ve tarihî derslere programda yer verilmediğinden ve fen dersleri dahil bütün dersler maarif müfettişleri tarafından kontrol edildiğinden, üniversitedeki dersler pek yavaş geçiyordu.

II. Abdülhamid'in bu Dârülfünun'u 1908 inkılâbına kadar devam etti. 1908'den sonra ise Mülkiye Mektebi'nden çıkarılarak Zeynep Hanım Konağı'na yerleşti. Başına bağıösız bir müdür getirildi. Programlar baştan aşağı değiştirildi. Öğrenci almadaki sınırlama, öğrencilerden ücret alma kaldırıldı.

Bu dönemde Darülfünunda esas değişikliği Emrullah Efendi gerçekleştirmiştir. Emrullah Efendi Maarif Nazırlığı zamanında yeni bir yönetmelik hazırlayarak yayınladı. Bununla Üniversiteye azçok malî ve idarî bir özerklik veriliyor, ayrı bir üniversite polisi kurulması bile öneriliyordu. "İstanbul Dârülfünunu" adını alan bu kurum, Tıp Fakültesini ve Hukuk mektebini de bünyesine alarak beş şubeden oluşan bir üniversite oldu. Ayrıca Bağdat ve Konya Hukuk Mektepleriyle, İstanbul'daki Dişçilik ve Eczacılık Yüksek okulları da Darülfünuna bağlandılar.

1914-1919 yılları arasında ise Almanya'dan 20 kadar profesör, doçent, asistan getirildi. Bunlar bazı enstitüler (Dârülmesai) ve laboratuvarlar kurarak âletler getirmişler, programları kendi bilgilerine göre genişleterek Mütarekeye kadar İstanbul'da öğretim faaliyetinde bnlunmuşlardır. Mütarekeden sonra anlaşmaları feshedilerek Türkiye'den çıkartılmışlardır.

1919'da yeni bir yönetmelik çıkartılarak üniversiteye ilmî muhtariyet verildi. Sınıf usulü yerine sömestir usulü kondu ve fakültelerin adı "medrese" oldu. Bu arada savaş dolayısıyla erkek nüfusun büyük ölçüde silâh altına alındığı dönemlerde Dârülfünun öğrencilerinin yaş ortalaması küçüldü ve Şubat 1914'de başlayan hanımlara Üniversite dersleri verilmesi, 1916 yılında bir bir İnas Dârülfünunu kurulmasyla sonuçlanmıştı. 1917 yılında da Tıbbiye'ye de kız öğrenci alınmaya başlanmış, kızlar çarşafı atamamakla beraber peçeyi kaldırmışlar, 1918 yılında da üniversitede karma konferanslar verilmeye başlanmıştır.

Cumhuriyetten sonra kadınlara mutlak serbesti verilip karma eğitime tam anlamıyla izin verildikten sonra İnas Darülfununu kapatılarak dağıtılmıştır. Üniversite 1923 yılında eski Harbiye Nezareti binasına geçti. 1925 yılında çıkarılan bir yasa ile de tamamen bağımsız oldu. Edebiyat ve İlâhiyat Fakülteleri programlarında önemli değişiklikler yapıldı. Ama Dârülfünun ile Cumhuriyet yönetimleri tam olarak hiç uyuşamadılar. Aralarında her zaman soğuk bir savaş sürdü gitti. Dârülfünün bir türlü kendisinen beklenen hızlı değişme ve yenileşmeleri yapamıyordu. Oradaki "müderris" adlı bir çok öğretmenin ilmî seviyeleri bir üniversite için yeterli değildi. Yayın ve araştırma çalışmaları yoktu. Bu durum karşısında İsviçre'den Prof. Albert Malche getirilerek bu Dârülfünunun durumunu inceletildi. Malche, bir rapor verdi. Cumhuriyet hükümeti bu rapora da dayanarak 1933 tarihinde İstanbul Dârülfünunu'nu ilga ederek yerine İstanbul Üniversitesi'ni kurdu. Dârülfünun'dan 157 kişi kadro dışı bırakıldı. Her şeyi ile ünivereite yeniden kuruldu. Kadro eksikleri o zaman Almanya'dan kaçan Yahudi ve antinazist öğretim üyeleri ile dolduruldu.

Daha sonra Ankara'da ve diğer Anadolu kentlerinde de birçok üniversiteler açıldı. Bunların adları kuruluş yerleri ve yılları şöyledir.

Üniversite Şehir Kuruluş yılı İ.T.Ü. İstanbul 1944 Ankara Üniversitesi Ankara 1946* Ege Üniversitesi İzmir 1955 O.D.T.Ü. Ankara 1957 Atatürk Üniversitesi Erzurum 1958 Karadeniz Teknik Üniv. Trabzon 1963 Hacettepe Üniversitesi Ankara 1963 Çukurova Üniversitesi Adana 1967 Fırat Üniversitesi Elazığ 1967 Diyarbakır Üniversitesi Diyarbakır 1967 Kayseri Üniversitesi Kayseri 1968 Anadolu Üniversitesi Eskişehir 1970 Boğaziçi Üniversitesi İstanbul 1971 * Hukuk Fakültesi 1925, D.T.C. Fakültesi 1935, Fen Fakültesi 1943, Tıp Fakültesi 1945.

Türkiye'de üniversitelerin kuruluşu 1980'li yılardan sonra büyük bir ivme kazandı ve daha da önemlisi, özel üniversitelerin kurulmasına da izin verildi.

5.6. Mesleki ve Teknik Öğretim

Türk eğitim tarihinde meslekî eğtimi iki aşamada incelemkek lâzımdır. Birinci aşamada, sanayi devrimine kadar -bütün dünyada olduğu gibi- Türk toplumunda da geçerli olan, el sanatlarına ve toplumun genel ihtiyaçlarına ilişkin meslekî eğitim; ikinci aşamada ise sanayi devriminin getirdiği şartlara uygun olarak yapılan teknik eğitim.
İlk aşamadaki meslekî ve teknik eğitimin, Türk eğitim tarihinde iki büyük kurumu vardır: Ahi ocakları ve Enderun mektebi.

5.6.1. Ahi Ocakları

Ahiler, "kardeşler" demektir. Avrupa'nın "frere"lerine ve silâhlı bir kuvvetleri olmaları dolayısıyla şövalyelerine de benzerler.
Ahiler, "frere"ler gibi, örgün eğitim kurumları kurmuşlardır. O zaman bu fonksiyonu görecek medrese, küttap, dârülhadis, dârülkurra v.s. gibi kurumlar çok yaygın olduğundan, bunlar mesleki eğitim ve yardımlaşma kurumları kumaya yönelmişlerdir. Kurdukları kurumlarda avcılık, kasaplık gibi birkaç sanat hariç, diğer tüm sanatkâr gençleri toplamaya çalışmışlardır.

Ahilik, aslında Sasani ve Arap kaynaklı bir kurumdur. Ama tarihteki yaygın şekliyle Anadolu Türk toplumlalrı içinde yaygın olarak hüküm sürmüştür. Bu ocaklar Anadolu'nun hemen hemen bütün kentlerindeki sanayi erbabını bir birlik ve kardeşlik içinde yönetmiştir. Onları "Gençler", "Ahiler" "ustalar", "Nakibler" ve "Şeyhler" olarak bir düzen içinde yönetmeyi başarmıştır. Hattâ Anadolu Selçuklu yönetiminin yıkıldığı dönemlerde ve Ankara gibi bazı önemli kentlerde, halkın yönetimini de üzerlerine almışlardır. Tanınmış Arap gezgini İbn Batuta'nın Anadolu'yu gezdiği zamanlarda, Anadolu toplumu üzerindeki Ahi yönetimi etkileri, onun Seyahatnamesinde açık olarak görülür.

Ahiler, zaviyeler biçiminde örgütlenmişlerdir. Her zaviyede, seçimle işbaşına gelmiş bir şeyh, çeşitli işleri gören imam, müdderris, hatip, silâh tamircisi, hatat, sakkaş gibi görevliler vardı. Zaviyelerdeki (Ahi Ocağındaki) herkesin bir hiyerarşik yeri vardı. Bunlar 9 kademe halinde dizilirlerdi. İlk kademe, "yiğit"lerdi. Ondan sonra gelen 6 kademe ahilerdi (ilk üçü "ashab-ı tarik", kalan üçü de "nakip"ler). 7. mertebede seccade sahibi olmayan "Halife" bulunurdu. 8. "Şeyh", 9. ise "Şeyhü'l-meşayih" idi. Bu kademeler hep sıra ile geçilirdi.

Esas eğitim ilk yiğitlik kademesindeki çırak gençler arasında oluyordu. Her çırak yiğidin 2 yol arkadaşı, bir yol atası, bir üstadı (Sanat Hocası) ve bir de Pîri (ahlâk mürebisi) var idi.

Ahi ocaklarındaki zihniyet, tasavvuf zihniyetinden oldukça farklı idi. Ahiler tam anlamıyla "bu dünya"da yaşıyorlardı. Sofiler gibi halktan uzaklaşmıyorlar, halk içinde yaşıyorlardı. Sofiler gibi "hırka" değil "şalvar" giyiyorlardı. Sırtlarında arkadan bir elbise ve başlarında beyaz yün külâhlar vardı. İpekten elbise giymeleri yasak idi. Altın, yüzük gibi süs eşyaları; kızıl ve sarı renkler yasaktı. Yeşil, gök, ak ve sarı renkler makbuldü. Kara renk, ahilik payesine ermeyenlere, beyaz renk erbab-ı kalem ve hafızlara yeşil renk de müdderris, kadı ve şeyhlere has idi. Ahi zaviyelerine girebilmek için, temiz ve doğru olduğuna dair bir üstadın (Usta) çırağı hakkında şahitlik etmesi ve hattâ onu önermesi gerekiyordu; ustanın önermediği ve ustası belli olmayanlar Ahi ocağına alınmazdı.

Gençlerin sanat eğitimleri üstadların iş atelyelerinde yapılırdı. Ocaklarında ise daha ziyade duygusal, edebî ve sosyal bir eğitim yapılırdı.

Her ahi ocağında "muallim-i ahi" veya "Pîr" denilen eğiticiler vardı. Orada yapılan eğitim de iki kısma ayrılırdı.

1. Şifahi (sözlü) eğitim: Fütüvvetname, Tilâvet-i Kur'ân, tabahat, raks, teganni ve musiki, tarih ve terâcim-i ahval, tasavuf, Türkçe, Arapça, Farsça, Edebiyat gibi dersler verilirdi.
2. Seyfî Eğitim: Kılıç ve silah eğitimi.

Birinci kısım eğitim, bütün ahiler tarafından, okuyarak, dinleyerek ve muallim ve ahi kardeşlerle yaşayarak yapılmaktaydı. Seyfî eğitimin yapılabilmesi için de üç şart var idi: "Ahi görmek", "Şeyh görmek", "Genç bir adamı talim ve terbiye etmiş olmak".

Ahi mualliminin görevleri şunlardır: Namazı tüm şartları ve ayrıntıları ile öğretmek, insanlık adabını öğretmek.

Ocak eğitimi yalnız kitabî değildi. Medreseden önemli farklarından biri bu idi. Medreseler genellikle aklî ilimlerle uğraştıkları halde, ocaklardaki eğitim inaanlık ve toplum ülkülerine dayanıyordu. Genellikle ahlâkî ilkeler üzerinde duruluyor; rakslarla şarkı ve ilâhilerle bu kuvvetler diriliyordu. Öğretim dışı saatlerde, medreselerdeki gibi müderris ve talebe ilişkileri kesik değildi, sürekli beraber ve ilişki içinde idiler. Bu ilişkiler genellikle sohbet biçiminde sürdürülürdü. Burada ahlâkî ve tasavvufî hikâyeler, lâtifeler, sergüzeştler, hadîsler v.s. anlatılırdı.

Öğrencilerin görevleri:
Fütüvvetnamede okunan maddelerin 124'üne uymak,
Ahisinin tüm sözlerini kabul etmek,
Mal ve canını ahisinin hizmetine vermek,
Hüner ve sanatı olmak,
Her hafta elbisesini yıkamak, temiz çamaşır giymek,
Ahiden çırak almak, ahiye saçını kestirmek, alın yoldurmak,
Ocak namına belini bağlamak,
Güzel ahlâkıyla kendini kent halkına tanıtmak,
Kadı katında er aşkına çırağ yakmak ve ekmek yedirmek.

Ahi gelenekleri arasında "kuşak bağlama" (daha sonra önlük bağlama) çok önemli idi. Bu kuşağın yedi adı, yedi bağlaması, yedi açması, yedi dolaması vs. vardır. Her ocağın, her mesleğin ayrı ayrı kuşak gelenek ve biçimleri vardı. Ayrıca bunun arkasında da bazı ahlâkî ve tasavvufî ilkeler vardı.

Ahilik ilkelerini içeren 740 maddelik Fütüvvetnamenin bir ahi Şeyhi tarafından tam olarak bilinmesi gerekti. Ocağa yeni giren gençlerden, bunların 124 tanesini bilmesi isteniyordu. Kademeler yükseldikçe bu ilkelerin sayısını yükseltmeleri gerekti. Bu ilkeler günlük hayat ve davranışlar konusunda oluyordu. Meselâ sofra adabı konusunda 24 madde vardı, su içmenin 2, söz söylemenin 4, evden sokağa çıkmanın 4, yolda yürümenin 8 vs. Ahi ocaklarında dans ve müzik eğitiminin de önemli bir yeri vardı

"Ahi baba" adlı bir şeyhin yönettiği Ahi zaviyesi, genellikle Fütüvvet erbabının bir klübü, bir toplantı yeri mahiyetindeydi. Ama aynı zamanda garipler için bir misafirhane, iktisadî yönden bir Lonca merkezi, seyfî eğitim de düşünülürse bir spor klübü idi.

Ahi ocaklarına alınmamaları gereken kişi ve gruplar şunlardır: müşrik, kâfir, mümeccim, şarap içen, halkın ayıbını gören tellâk, yalan söyleyen tellâl, kasap, cerrah, avcı, vefarız, zâlim, hırsız, madrabaz vs. Ayrıca şarap içen, zina yapan, yalan söyleyen, kovuculuk ve hile yapan vs. de fütüvvetten düşerdi.

Füttüvvetnamelerde 9 derece olarak geçen ahi ocaklarındaki eğitim, şu şekilde sıralanmaktadır.

1. Nâzil: Ocağa ustalarıyla yeni gelmiş kişi. Henüz erkana girmemiş.
2. Nîm-tarik: Üstadı, pîri (yol atası) ve ikiyol (tarikat)kardeşi olan kişiler.
3. Müfredi veya meyan-beste: Nasibi verilmiş, şedd (kuşak) bağlanmış, helvası pişirilmiş kişiler.
4. Beşariş: Fütüvvet ehlini terbiye edenler.
5. Nakib: Tarikatın ve ocağın iç yöntemini ayarlayan, törenlerde sağa sola koşuşturan.
6. Nakibü'n-Nikâb: Ocağın erkânını iyice bilen, törenleri düzenleyen kişi.
7. Halife: Şeyhin yardımcısı; onun yerine geçecek kişi.
8. Şeyh: Sanat erbabı içinde seccade sahibi. Kendisine has bir tayfası bulunan.
9. Şeyhü'ş-Şüyûh: Bir sanat alanındaki şeyhlerin şeyhi.

Ekonomi tarihimizde rastlanılan esnaf zümrelerinden her biri, kendi mesleklerinde İslâm tarihinin tanınmış ulularından veya uydurma bir kişiyi pîr olarak tanırlardı. Fütüvvetname, onun adına yazılır, ahi ocağındaki törenler, çırak yetiştirme ve dükkan açıp kapamadaki törenler onun adıyla yapılırdı. Evliya Çelebi bu esnaf zümrelerinin sayısını 480'e kadar çıkarmakdadır.

Ahi ocaklarında yapılan törenler de, hemen hemen her yörede ve her meslekte aynı idi. Aradaki farklar çok küçük ve şeklî idi. Bu törenlerin ana durumları şöyle özetlenebilir: Bir sanata giren genç usta ve kalfaların yanında çıraklık ve kalfalık kademelerini başarı ile bitirince ustalığa yükselir ve dükkanı açma hakkı kazanırdı. Ancak bu, büyük törenlerle olurdu. Bu çırak çıkarma törenlerinde, o esnaf zümresinin şeyhi yeni ustaya peştemal kuşatır, kuşak bağlardı. Törene o esnaf zümresinin şeyhi, nakibi, duacısı, yiğit başı vs. ve halkdan büyük bir topluluk katılırdı.

Her esnaf grubunun bir yardımlaşma sandığı olur, olağanüstü zamanlarda bu sandıktan esnafa faizsiz kredi verilirdi.

Gerek bu çırak çıkarma törenlerinde gerekse ahi ocağındaki yükselme törenlerinde şu erkâna uyulurdu:

Şalvar giydirmek, şedd (kuşak) bağlamak. Fütüvvet yoluna girmiş kişi başarı gösterirse önce beline kuşak kuşatılır. Sonraki gelişmeler sonucunda da şalvar giydirilir: Diğer tasavvufî mezheplerde tac, tıraş, hırka gibi alâmetler vardır. Ahiliğin esası iffettir. Ahi törenlerinde şerbet değil, tuzlu su içilirdi. Su temizlik, tuz olgunluk gösterir. Daha sonra sofra kurulur, helva pişirilir. Bu törenler sırasında o kişinin yol atası, yol kardeşleri de belirlenirdi. Ahi ocağına girmiş kişinin giydiği şalvar, yol atasının şalvarıdır ve uçkurunu da atası bağlar. Her meslek grubunun ayrı kuşak bağlama biçimi vardır.

Ahilik örgütü şiî kökenli, alevilik ve bektaşilik esaslarıyla ve inançlarıyla karışmıştır. Ancak Osmanlı-Safavî çatışmalarından sonra çoğu yerlerde inanç yönleri kaybolmuş, yalnız bir esnaf örgütü biçimine gelmiş, bazı yerlerde de sünnî özellikler kazanmıştır.

5.6.2. Meslekî ve Teknik Öğretimde Batılılaşma

Ahi-esnaf örgütü toplumdaki etkisini zamanla yitirdikten sonra, ülkede meslekî yönden bir karışıklık olmasını önlemek için, 1727'den itibaren "Gedik" usulü uygulanmaya başlanmıştır. Buna göre bir kişi çıraklık- kalfalık kademelerini geçip usta olmadıkça dükkan açamazdı. Ayırca bir yerde ihtiyaçtan fazla dükkan açılmasına, usta olsa bile- izin verilmezdi. Gedik, araç ve gereçleriyle bir dükkan açma hakkı oluyordu. Bir usta öldüğü zaman, dükkanıyla beraber onun "gediği" de satılıyordu.
Uzun süre devam eden bu gedik usulünde de meslekî öğretim dereceleri olan çıraklık, kalfalık ve ustalık arasında saygı ve sevgiye dayanan kuvvetli bir disiplin vardı. Kalfalığa ve özellikle ustalığa yükselme sınavları, Ahi örgütünde olduğu gibi, büyük ve görkemli törenlerle yapılırdı. Uzun süre bu şekilde bir örgütle Osmanlı meslekî eğitimi ve düzeni, bir kargaşa içine düşürülmeden sürdürülmeye çalışıldı.

Ama Büyük Fransız Devrimi ile, Avrupa'nın lonca örgütü ve meslekî-ticarî gelenekleri özellikle 1840'lardan sonra hızla yıkılmaya başladı. Tekniğin üretime uygulanması bir sanayi devrimi yarattı. Tüm dünyanın sosyal ve ekonomik hayatını değiştiren bu devrim, Osmanlı Devletini çok kötü bir biçimde etkiledi. Daha önceki dönemlerde ticaret, gümrük vs. alanlarda Avrupalılara verilen kapitulasyonlar, esas etkisini bu dönemde göstermeye başladı. Fabrika ürünü Avrupa malları gümrüksüz olarak Osmanlı pazarlarını doldurunca, ülkede yerli mallar ve el sanatları hızla ölmeye başladı. Devlet gedik ve tekel usulünü kaldırmasına rağmen, yabancı mallara karşı yerli üretim yenik düştü. Ticaretin ana kaynağı Avrupa'ya dayandığından, bu işin Türkiye'deki yöneticileri Avrupalılar ve müslüman olmayan Osmanlı vatandaşları oldu.

Avrupa'daki gelişmelere uyarak, Türkiye'de de bazı sanayileşme çalışmalarına girişilmek istenildi: Dokuma ve gıda alanlarında üretim yapacak bazı fabrikalar kuruldu. Gerek devletin gerekse özel sektörün kurduğu fabrikalar, yabancıların rekabetlerine dayanamayarak iflas ettiler. Ancak ordunun ihtiyaçlarını karşılayan askerî malzeme fabrikaları alanın öneminden ve dış rekabetten uzak olduğu için, iflas etmeden yaşayabildi.

Önceleri bazı el mahareti olan askerleri pratik bir biçimde yetiştirerek yürütülmeye çalışılan askerî fabrikalar için eleman yetiştirmek amacıyla, -daha sonra oldukça örgün bir meslekî eğitim veren- "idadi-i sanayi alayları" kuruldu. İhtiyat sınıfı, idadi sınıfları ve sanayi sınıfları biçimindeki örgütüyle 3+5+5=13 yıllık bir eğitim veren bu kurum, 1907 yılında "İmalat-ı Harbiye Nazari Mektebi", 1921 yılında da "Askerî Fabrikalar Müdür-i Umumiyesi Usta Mektebi" olarak çalışmalarına devam etti.

Bu arada, özellikle Tanzimattan sonra, esnaf örgütünü düzeltmek ve yabancı mallarla rekabet etmek için çeşitli önlemler alındı. 1839-1864 yılları arasında yerli sanayii korumak ve meslekî eğitimi kurmak için "Islâh-ı Sanayi Komisyonu" kuruldu. Çeşitli sergiler açıldı. Ama tehlikeli durumdan kurtaracak somut gelişmeler olmadı.

Bu arada Osmanlı Devleti'nin Niş Valisi olan Mithat Paşa'nın 1861 yılında Niş'teki müslüman ve hıristiyan kimsesiz çocukları toplayarak "Islâhhane" adıyla sanat öğreten bir hayır kurumunu meydana getirdiğini görüyoruz. Mithat Paşa daha sonra aynı tip kurumları başka yerlerde de açtı. Bunun sonucunda özellikle çuha dokuması çok gelişti. Bu örnek girişimler, başka valilerin de dikkatini çekti. Vilayetlerde "Islahhane komisyonları" kuruldu. Halep, Trablusgarp, Diyarbakır, Kastamonu, İzmir, Konya vs. vilayetlerde, valilerin ve hayırsever yurttaşların girişimleriyle Islâhhaneler kuruldu.

Mithat Paşa daha sonra Şûrayı Devlet üyeliğine atanması dolayısıyla İstanbul'a geldiğinde, gene Islahhane tipi okullar kurulması konusunda çalıştı, yönetmelik hazırladı. Gerçekten de, l868 yılında İstanbul Sanayi Mektebi'ni kurdurdu. Islahhanelerin harcamaları vakıfvari çeşitli kaynaklardan karşılanıyordu. Sanayi mektebinin de öyle oldu. Bu okullarda çocuklara terzilik, kunduracılık, debbağlık, mürettiplik, arabacılık, külâhçılık, dokumacılık vs. gibi sanatlarla alfabe, yazı, Kurân, İlmihal, basit hesap ve defter tutma gibi bilgiler de veriliyordu.

Taşradaki Islâhhaneler 1885'ten itibaren "Mekteb-i Sanayi" adını almaya başladılar. Yönetmeliği, öğretim süresi vs. belirlendi. Taşra sanayi okulları bütün vilâyet merkezlerine ve hattâ sancak merkezlerine kadar yayıldı. Yerel yönetimlere bağlı olan bu okullar, verimli bir çalışma yapamadılar. II. Meşrutitten sonra hepten gözden düşüp dağılmaya başladılar. 1911 yılında ticaret ve Nafia Nezareti'ne bağlanarak merkezi bir yönetime kavuşmuşsa da, daha sonraki gelen savaş yılları, bu okulun gelişmesini hepten köstekledi.

İstanbul Sanayi Mektebi ise Orman, Maden, Ziraat Nezaretine bağlı olduğundan biraz daha derli toplu idi. Ancak öğrenciler gerek öğretim sırasında gerekse öğretimiden sonra bu alandan uzaklaşıyorlardı. Bu okulun düzeltilmesi için üst yönetim sırasında birçok çalışmalar yapıldı. Yabancı uzmanlar getirildi, yabancı ülkelerdeki sanat okulları inceletildi. Bu okul, taşra sanayi okullarının bir yüksek kurumu olmaya çalışıyordu. Bu okullardaki öğrencilerin başka okullara geçmelerini önlemek için bazı çekicilikler getirildi. Tesfiye, demir, oyma, torna, marangoz ve döküm bölümleri ile öğretim yapan bu okul, savaş yıllarında da çalışmalarını sürdürdü.

Sanayi okullarının Birinci Dünya Savaşı sırasında çoğu kapandı. Cumhuriyet dönemine kadar ancak Edirne, İstanbul, Adana, Ankara, Bursa, Sivas, Kastamonu, Konya ve Bolu sanayi okulları güçbelâ yaşayabildi. Cumhurietten sonra sanayi okulları sanat okulları haline getirildi.

Eğitim tarihimişde ilk kız sanayi mektebini (Islahhane) kurma şerefi de Mithat Paşa'ya aittir. 1865 yılında Ordunun Rusçuk'ta kurduğu kumaş fabrikasında çalışmaya hazırlamak için öksüz ve yoksul kız çocuklarının toplayarak bir eğitim merkezi kurdu. Daha sonra gene orduya sargı bezi hazırlamak ve çamaşır diktirmek amacıyla İstanbul Yedikule'de ikinci bir kız sanayi mektebi kuruldu (1869). Bu okulların esas gayesinin meslekî eğitim olmadığı açıktı. Bu bakımdan programlı, örgütlü bir okul olup olmadığını da bilmiyoruz. Esasen bunlar ordunun girişimleriyle kurulmuş kurumlardı.

Maarif Nezareti'nin kadınların meslekî eğitimlerine ancak 1879 yılında, İstanbul içinde bazı okullar kurarak başladığı görülüyor. Daha sonra "kız sanayi mektebi" adını alacak bu kurumların öğretim süreleri beş yıl idi. İptidai ve rüşdî öğretim kademelerini içeren okul bir yandan normal okul programlarını uyguluyor; diğer yandan da atelyelere dikiş, örgü, dokuma, işleme, resim, çiçek vs. gibi uygulamalar yapıyorlardı. II. Meşrutiyet sırasında bazı düzeltme çalışmaları dolayısıyla kapatıldı. Daha sonra yeniden kuruldu ve 9 yıl üzerinden öğretim pargramı düzenlendi. Ama savaş yıllarında verimli bir çalışma yapılamadı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Kız Hayat Mektepleri, Çiçekçilik, Sepetçilik Mektebi vs. gibi bazı denemelerde bulunuldu. 1927 yılından itibaren de kız sanat okulları, kız enstitüleri, kız olgunlaşma enstitüleri ve kız teknik öğretmen okulları gibi kurumlarla çok örgün bir kız eğitimi uygulanmaya başlandı.

Eğitim tarihimizde yabancı ülkeler ve bazı Türk özel dernekleri tarafınden bazı özel kız sanayi okulları da kurulmuştur.

5.6.3. Ticaret okulları

Anadolu toprakları tarihin ilk dönemlerinen beri dünyanın en hareketli ticaret merkezlerinden biri olmuştur. Ancak Osmanlılar Anadoluya egemen olduğunda yapılan çeşitli anlaşmalarla (kapitülasyon), ticarî çalışmaları tamamen yabancı tüccarların elinde verdiler. Kapitalizmin sömürücülük aşamasına gelinceye kadar yavaş yavaş işleyen bu ticari faaliyetlerin pek etkisi görülmedi. Ancak XIX. yüzyılda tarihin akışına tamamen ekonomi ve ticaret egemen olunca, Devlet kendi yuttaşlarından da tüccar olanak faydalanmak istedi. Fakat Türklerin Avrupa dillerini bilmemesi ve ulusların ticarete çok yabancı kalmaları Anadolu'daki Rum ve Ermeni unsurların iç ticareti tamamen ele geçirmelerine neden oldu.
Osmanlı yönetiminin, dış borçlar sonucu iyice bunaldığı sıralarda bir ticaret okulu kurulması için çeşitli çalışmalar yapıldı. 1860, 1880, 1881 yıllarında okulun kuruluşunu gerçekleştiremeyen bazı girişilerde bulunuldu; ancak 1881 yılında yapılan girişimde Ticaret Bakanlığına bağlı bir Ticaret Okulu kurulmak istenildi. Fakat gene başarılamadı. En sonunda, 1883 yılında "Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi" adıyla bir ticaret okulu kuruldu. İki yıl öğretim süreli bu okula, aklî bir program yapılamadığından öğretim yürümedi ve okul kapandı. 1894 yılında üç yıllık bir yüksek okul olarak tekrar açıldı. II. Meşrûtiyetten sonra da kadrolu öğretmenleri olan ve tam gün öğretim yapılan bir kurum haline getirildi.

Okul, o zamanki Rum, Ermeni ve İngiltere, İtalya, Rusya ve Avusturya devletlerinin ticaret okullarından çok aşağıda bir öğretim yapıyordu. Yabancı devletler, kendi ticaret okullarından da diploma sağladıkları için, bu çok büyük bir çekicilik kazandırıyordu.

Osmanlılar döneminde başka bir örgüt olan Osmanlı Deniz Ticaretini Genişletme Derneği (Tevsi-i Ticaret-i Bahriye-i Osmaniye Cemiyeti), özel olarak kaptan ve çarkçılar yetiştiren dört yıl öğretim süreli bir "Millî Kaputan ve Çarkçı Mektebi" açmıştı. (1910)

Cumhuriyet döneminin başlarında ise, ticaret öğretimine hemen hemen sıfırdan başlanılmıştır. İlk önce Ankara, Trabzon, Samsun, Adana gibi merkezlerde Ticaret Ortaokulları kurulmuş, daha sonra bu ticaret okullarına lise sınıfları eklenerek "Ticaret Lisesi" oluşturulmuştur. Sayıları 40 civarında olan bu liselerde ticaret bankacılık, sigortacılık, ulaşım vs. gibi alanlarda uzman yetiştirilmektedir. Gene Cumhuriyet döneminde ticari alanda faaliyet gösteren öğretim kurumları olarak Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen okulları ile İktisadi ve Ticari ilimler Akademileri gösterilebilinir.

5.6.3. Tarım okulları

Türkiye bir tarım ülkesi olmasına rağmen bu alandaki okulların kuruluşları oldukça geç olmuştur. 1886-1889 yılları arasında kurulduğu tahmin edilen İstanbul Halkalı Ziraat Mektebi, genellikle bakanlık mensuplarının ders verdiği bir okuldu ve mezunları da Ziraat Nezaretinin merkez ve taşra örgütündeki çeşitli aşamalarda memurluk yapıyorlardı. Tarım eğitiminin yanı sıra ormancılık ve veteriner sınıfları da olan bu okul, bir ara yüksek okul durumuna getirilmesine rağmen pek verimli bir hizmeti olmadı
5.6.3.1. Ziraat Ameliyat mektepleri
Çiftlik yönetimini bilen çiftçi ve kâhyalar yetiştirmek amacıyla, Ziraat Bakanlığı tarafından kuruluyordu. 15-20 yaşları arasındaki rüşdiye çıkışlı öğrencilere 3 yıllık bir eğitim veriliyordu. XX. yüzyıl başlarında çok şeyler beklenilerek ülkenin 12 yerinde kurulan bu okullar, beklenilen sonucu veremedi. Okullar verimli bir çalışma yapamadığı gibi, beklenilenin dışında buradan mevzun olanlar da memur olmaktan kurtulamadılar.
Ziraat Ameliyat mektepleri çıkışlıların girebileceği ve her zirai bölgede bir tane açılması düşünülen Bölge Yüksek Ziraat okullarından (Mıntıka Ticaret Mekteb-i Alisi) yelnızca Selânik'te açılabildi (1911).

Büyük çiftlikleri yönetebilecek tarım ilmini iyi bilen kişiler ve tarım okulları öğretmeni yetiştirmeyi amaçlayan bir yıl öğretim süreli bu Okul, Balkan Savaşı sırasında Selânik'in Yunanlılar eline geçmesi ile kapandı ve Anadoluda da yenisi kurulmadı.

5.6.3.2. Çiftlik mektepleri

Türkçe okuma yazma bilen, yeni tarım usullerini öğrenmiş, kendi tarlasına ekip biçmeye muktedir, çiftçi yazıcı ve subaşı yetiştirmek amacıyla yatılı olarak açılıyordu. Öğretim süresi, yörelere göre iki-üç yıl olarak değişiyordu. Okullardan çıkışta, çıkış belgesinin yanısıra uygulama çiftliklerinde çalışma karşılığı bir miktar sermaye de veriliyordu. 1910 yılından sonra Siroz, Hama, Antalya, Halep vs. yerlerde bazı Çiftlik okulları açılmışıtır.

5.6.2.3. Amele mektepleri

Tarımsal alanda araçların bakımı, bitki ve hayvan hastalıkları ve çareleri konusunda yetişmiş işçi yetiştirmek amacıyla, iki yıl öğretim süreli okullar olarak kuruluyordu. II. Meşrutiyet döneminde bazı yerlerdeki "Numune tarlaları" da amele okulu haline getirilmişti. Çiftlikler içinde genellikle uygulamaya dayalı bir eğitim yapılıyordu.

5.6.2.4. Bahçıvanlık mektepleri

Bahçıvanlığın yanısıra bağılık, meyve ağaçları, şarapçılık, konservecilik alanlarını da içine alan ve değişik adlarla kurulmuş bazı okullar olmuştur. Ancak bunlar verimli bir çalışma yapamamışlardır.

5.6.2.5. Dârülharirler (İpekçilik Okulları)

İpekçiliği fenni bir şekilde öğretmek amacıyla kurulan bu okulların en eskisi, 1887 yılında Bursa'da kurulmuştur. Daha sonra ülkenin 5-6 yerinde açılan bu okullar oldukça başarılı çalışmalar da yapmışlardır.
Bunlardan başka Ziraat Nezaretinin kurmayı tasarladığı Tavukçuluk, Aşçılık, Balıkçılık vs. gibi okullar dizisinden ancak sütçülük okulları gerçekleştirilmiştir. Beş merkezde Sütçülük okulları kurulmuş, ayrıca "Seyyar Sütçültik okullları" kurmak için Avusturya'ya öğrenci yollanmış ve âlet ısmarlanmıştır.

5.6.2.6. Ormancılık Okulları

Batılı Devletlerin Osamanlı ormanlarını sömürmeye başlamasından hemen sonra bu durumun önemi anlaşılmış ve ormancılıkla ile ilgili eğitim çalışmaları başlamııştır. İlk önce iki Fransız orman memurunun emrine Bâb-ı Ali Tercüme Odasından bazı kimseleri vererek orman memuru yetiştirilmeye çalışılmıştır. 1868 yılında Ali Paşa'nın Sadraıamlığı sırasında da Osmanlı Devleti, Orman Bakanlığını ve ayrıca bir orman okulunu kurmak için Fransadan uzmanlar istemiştir. Bu isteğe karşı III. Napolyon'un yolladığı altı kişilik bir uzmanlar topluluğu, hem Bakanlığı hem de okulu kurdular. Ancak yetişmiş Türk eleman bulunamadığından okulun öğretmenleri Fransızlar oldu, öğretim dili de Fransızca!
Mahmut Nedim Paşa'nın Sadrazamlığı sırasında okuldaki Fransızca öğretim yasaklandı. Fransız uzmanların işlerine de son verildi. Ama bundan sonra okulda normal bir eğitimin yürümesi zor oldu. Ormancılık Okulu 1879'da Maden okulu ile, 1891'de de Halkalı Ziraat Okulu ile birleştirildi. Öyle ki, zamanla Halkalı Ziraat Okulu programı içinde haftada iki saat ormancılık dersi biçimine düştü.

1909 yılında yeni bir Orman okulu kurmak çalışmalara başlanıldı ve bir "Orman Mekteb-i Alisi" kuruldu. İdadi ve dengi okul çıkışlıları yarışma sınavlarıyla alan bu yüksek okul, iki yıl öğretim süreli idi. Okulun öğrenci alınımında ve yönetimindeki çeşitli bozukluklara rağmen az bir öğrenci ile Savaş yıllarına kadar devam ettiği biliniyor.

Ayrıca 1911 yılında orman kurucu ve bekçileri yetiştirmek on ay süreli kurslar biçiminde "Orman Ameliyat Mektepleri" de kuruldu. Buraya 19 yaşını bitirmiş, köylülerin ve orman mülkü olanların çocukları alınıyordu, Eğitim gellikle ormanların korunması ve bakımı üzerine idi. Bunların dışında 1914 ortalarında askeri düzende bir Orman Jandarma Mektebi de açılmıştır. Altı ay süreli bu okul, tamamen orman korucusu yetiştirmeye yönelikti.

5.6.2.7. Veteriner mektepleri

Türkiye'de Askeri Baytar Okulu tâ 1848 de kurulmuş ve normal bir gelişim göstermiştir. Bu okuldan çıkanlar Osmanlı ordusunun süvari birliklerinde uzman kişiler olarak çalışmışlardır. 1895 yılında ise sivil bir Baytar Okulu açılmıştır. O zamana kadar bu alanda ilgili bilgiler Tıbbiyede ve Halkalı Ziraat okulunda dersler bişiminde verilmiştir. 1895 yılında açılan sivil baytar okulu; dört yıl öğretim süreli yatılı bir okuldu. 1910 yılında bir yüksek okul haline getirilmiş ve savaş çıkınca da kapatılmıştır. Ayrıca baytar yardımcısı yetiştirmek amacıyla da 1910 yılında iki yıl öğretim süreli bir okul açılmıştı. Diğer baytarlar tarafından tepkiyle karşılanan bu Okul savaş yıllarına kadar güç te olsa, biraz öğretim yapabilmiştir.

5.6.2.8. Diğer meslek okulları

Şimendifercilik okulları

Osmanlılar döneminde, Hicaz demir yolu hariç, ülkedeki tüm demiryolu işletmeleri yabancıların elinde idi. Burada çalışan personel de yabancı veya gayrimüslim olduğu için onlar eğitimlerini Devletin müdahalesi dışında yapıyorlardı. Devletin denetimindeki ilk demiryolu okulu açma tasarıları Hicaz demiryolunun daha iyi işletilmesini sağlamak üzere 1914 başlarında ortaya çıktı. Uşak'ta açılması plânlanan bu okulun projesi epeyce geliştirilmesine rağmen gerçekleştirilemedi. Ama Birinci Dünya Savaşı çıktıktan sonra Devlet ülkedeki İngiliz ve Fransız demiryollarına el koydu, orada çalışan yabancıları kovdu ve İzmir ve Yeşilköy'de iki "Şimendifer Memurları Mektebi" açtı.

Mühendis Mektebi

Türkiye'de ilk askeri okullar "Mühendishane" adıyla açılmıştı. Ancak bunlar "mühendis" değil subay yetiştirmeye yönelik okullardı.
Gerçek anlamda kurulan ilk mühendis yetiştirme kurumu ise, 1884'de açılan "Hendese-i Mülkiye Mektebi"dir. Genellikle inşaat mühendisliği üzerinde duran bu okul da askeri bir görünüm arzediyordu. Yönetim bakımından Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn'a bağlı idi. Öğretmenlerin çoğu subaylardan oluşuyordu. Öğrencilerin okula alınması, sınavları askeri okullarla beraber yapılıyordu ve yatılılığı askeri bir düzen içinde idi. 1909 yılına kadar askeri okul statüsünde kalan bu okul daha sonra "Mühendis Mektebi" adını alarak sivil bir yönetime kavuştu. "Turuk ve Maabir Şubesi"nin yanına mimari ve makina mühendisliği şubeleri açılmak istendi; birincisi başarıldı, ikincisi başarılamadı.

Öğretim süresi başlangıçta lise sınıflarıyla beraber yedi yıl olarak düşünülen ve uygulanan bu Okulun, daha sonra lise sınıfları kaldırıldı. Bu Okuldan çıkanlar, Hicaz Demiryolunda çalışıyorlardı. Ayrıca Nafia Bakanlığı Fen memurluklarında ve vilayet mühendisliklerinde de istihdam edilmişlerdir. Merkez binasının yeri ve bağlı olacağı Bakanlık yüzünden sürekli tartışmalara neden olan bu Okul, Balkan Savaşı sırasında büyük tartışmalar ve sarsıntılar geçirdi; Birinci Dünya Savaşı içinde de ortadan kayboldu.

Cumhuriyetten sonra mühendis yetiştirme alanında Yüksek Teknik Okulları, Mühendislik-Mimarlık Akademileri, Fen Ziraat Fakülteleri ve Teknik Üniversiteler çalışma yapmaktadırlar.


Eğitim tarihimizde posta ve telgraf işlerinde genellikle Dârüşşafaka çıkışlılar çalışıyordu. O Okulun programlarında da bu istihdam alanına göre bazı ders değişiklikleri de yapılmıştı.
Ama bunun dışında da salt bu amaca yönelik bazı okulların açıldığı görülmektedir. 1867 yılında açılan 3 yıl öğretim süreli Telgraf Mektebi, 93 Savaşı sırasında öğrencilerin cepheye gitmesi yüzünden kapanmıştı. Savaştan sonra da yeni bir okul açılmamaış, Darüşşafaka öğrencileri ve Paris Yüksek Telgraf Okuluna gönderilen öğrencilerle durum idare edilmeye çalışılmıştır. 1909 yılından sonra Posta ve Telgraf Nezareti tarafından "Posta ve Telgraf Mektebi Alisi" adıyla bir yüksek okulaçılmış, bu okul Cumhuriyet döneminde de yaşamıştır.

Kadastro Yüksek Okulu

Ülkedeki taşınamaz malların ve özellikle de toprakların yazımı ve haritalarının çıkarılmasında, sahiplerinin belirlenmesinde çalışacak memurları yetiştirmek amacıyla 1911 yılında bir yüksek okul olarak kurulmuştur. Ama aslında ilkokul ve 5 yılık idadi çıkışlıları alan orta dereceli bir okuldu. Hukuk ve Fen şubelerinden oluşuyor, 1 ve 2 yılık bir öğretim yapıyordu. I. Dünya Savaşı çıkınca kapandı.

Kondüktör Mektebi

Mühendislere yardımcı elemanlar yetiştirmek amacıyla 1911 yılında kuruldu. Orta dereceli bir okuldu, daha sonra yüksek okul seviyesine çıkarıldı. Öğretim süresi 2 yıldı. Savaş yıllarında dahi kapanmamıştı.
Bunların dışında değişik adlarda kurulmuş ve mesleki ve teknik öğretim kısmına dahil edilebilecek pek çok okul vardır. Belediye Çavuşanı Mektebi, Aşçı ve Garson Mektebi, Polis Okulları, Maliye Yüksek Okulu vs. gibi.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
Cevapla






© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006