KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Eğitim > Dersler > Felsefe


Felsefe


Cevapla
 
Seçenekler
  #1 (permalink)  
Alt 22.09.06, 13:29
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 35
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Yeni Metafİzİk

Doğal ve gündelik yaşamımızda, karşılaştığımız, önümüzde duran şeyin "gerçek" bir şey olduğunu; onun tıpkı kendimiz gibi ,var olduğunu söyler ve bunu apaçık, kendiliğinden anlaşılır sayarız. Öyle ki, bu durumda "gerçek olma”nın ve genellikle "varlık" ın ne ifade ettiği gibi bir soruyla pek ilgilenmeyiz bile. Bu tavır, özel gerçeklik alanlarında etkinlik gösteren bilimler içinde de görülür. Örneğin biyoloji canlılarla (organik alan), fizik cansız maddeyle (anorganik alan) bu tavır altında ilgilenir. Yani bilimler, dayandıkları gerçeklik' tasarımının ne olduğunu soru konusu yapmazlar. İşte, felsefe, gündelik yaşamımızda ve bilimde güçlü bir şekilde benimsenen bu naif tavır karşısında, verili olanı göz ardı etmeksizin, genel olarak "varlık"ı ve "varolan"ı kendisine konu kılar. Bu konuyu araştırmak, felsefenin temel disiplininin, Aristoleles'in "ilk felsefe" adını verdiği bir disiplinin ana görevidir. Aristoteles "ilk felsefe"nin görevini şöyle tanımlamıştır: "var-olanı varolan olarak, özü ve belirlenimleriyle saf , halde ele almak". Batı felsefesinde daha Sokrates öncesi dönemden beri felsefe incelemelerinin sürekli yöneldiği bir konu olmuştur. Bu dönemin geç düşünürlerinin "peri physeios" (doğa üstüne) başlığıyla yazdıklarına baktığımızda; buradaki "doğa" kavramının günümüzün doğabilimlerinin modern doğa kavramından farklı olduğunu görürüz. Dolayısıyla İyonyalı doğa filozoflarının doğa felsefeleri de farklıdır. Burada doğa ilk kez Parmenides tarafından kullanıldığı şekliyle "varolan anlamına gelir. Ama bu terimle, hiç de görünen, sürekli değişen, oluş halindeki "fiziksel" varlık değil; tersine, görünüşlerin ve değişmenin ardındaki, ötesindeki asıl ve gerçek varlık kastedilir. Böyle olunca, "ilk felsefe" aynı zamanda bir metafızik olur. Gerçekten de Aristoteles'e göre, bu bir "ilk felsefe"dir; çünkü onun konusu Platon un "ontos on" (gerçek varlık, asıl varlık ) dediği ve aynı zamanda koyduğu aşılmaz duvarı geçmek gerekir. Çünkü "akılsal olan gerçek; gerçek olan akılsaldır". Böyle olunca da Hegel için felsefe, özü gereği, bir ontolojik tanrı kanıtlaması girişiminden başka bir şey değildir. Ve Hegel'in bu temel tezi tam anlamıyla ontoloji kavramında yerine oturur. Çünkü Hegel'e göre ontik olan (varlıksal olan), aynı zamanda lojik (mantıksal) dir de. Böyle olduğu için de, varlık mantıksal bir serimleme ile bilinir. 19. yüzyılda spekülatif idealizmin dağılmasından sonra yaygınlaşan doğabilimci düşünce ve doğabilimci felsefe, tüm ontolojiyi ve metafiziği, "metafiziksel kavram şiirleştirmesi" sayarak dışlamıştır. Yüzyılımızda ise metafiziğin ve ontolojinin yeniden dirilişine tanık oluyoruz. Örneğin Peter iust'un 1920'de yazdığı yapıtının adı "Metafiziğin Yeniden Dirilişi" , N. Hartmann'ın kitabının adı ise "Ontolojinin Yeniden Doğuşu" dur. Bu "yeni ontoloji" içinde, geleneksel elemanlar yeniden saptanır ve irdelenir.

Bilim açısından varlık konusuna biraz daha yakından bakalım.

Bilim varlıklar hakkında elde edilen bilginin iyi düzenlenmiş, örgün bir hale getirilmiş şeklidir. Bilim gerçeği arama faaliyetidir. Bilim bu dünyaya ait nesnel olguları, herkesin incelemesine ve eleştirisine açık olguları inceler. Olgular ya doğrudan ya da dolaylı olarak gözlenebilir ve üzerinde deney yapılabilir şeylerdir. Olgular, var olan şeyler, dünyanın bilgisini veren, kullandığımız cümleleri doğru veya yanlış , kılan şeylerdir. Dünyadaki tek tek nesneler, bize, dünyanın ne olduğunu tam bildiremez. Bu nesnelerin sahip olduğu özellikler ve bilhassa nesneler arasındaki ilişkiler, dünyanın ne olduğunun bilgisini verir. L. Wittgenstein, "Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil" derken, büyük ölçüde bu ılışkileri kastediyordu'.

Bilim, içinde yaşadığımız tabiatın çok çeşitli düzeydeki varlıklarını ve olayları inceler. Bu varlıklardan ve olaylardan elde edilen bilgileri mantık, matematik gibi yöntemlerle inceleyip oradaki yasaları bulmaya çalışır. Bilim, varolan dünyasını bir bütün olarak inceleyemez, parçalayarak inceler. Fizik ve kimya maddeyi, biyoloji canlıyı, astronomi gökcisimlerini ve olaylarını, sosyal bilimler insan tabiatını ve insanların kendi aralarındaki olayları v.s. inceler. Bilim nesneler dünyasını inceler, onları var olarak kabul eder ve niçin var olduklarını araştırmaz. Bilim, varlıkların ve olguların "niçin" ini sormaz, "nasıl" oluştuğunu ve olduğunu araştırır. Bu varlık alanı mikrokozmostan makro kozmosa doğru çeşitli büyüklükler ve farklı özelliklerde yayılmıştır.

ONTOLOJİNİN OLABİLİRLİK KOŞULLARI

Ontolojinin görevi varlığı varlık olarak ele almak, yani varlığa varlık olarak uygun düşen, onda bulunan ilkeleri, yasalılıkları ve yapıları araştırmak olsa da; burada da , her türlü felsefe yapma olanağı konusunda geçerli olduğu gibi, genel ve temel insani konumdan yola çıkmak zorunludur. Bu demektir ki, burada da insanı ve evreni karşı karşıya koymak gerekir. Bu durumda iki olanak düşünülebilir:

1. Evren, bir nesne olarak insan da içinde olmak üzere, tüm varolanların totalitesi olarak anlaşılabilir ki, böyle bir tavır, objektivist-realist bir tavırdır. Buna göre, gerçeklik, özü gereği, öznenin her türlü deneyim ve bilgisinden bağımsız olarak "vardır". O, ontolojik temel yapılara ve yasalara sahiptir ve bunlar onda içkin olarak mevcuttur. Ve onların ne olduğu ancak felsefi bilme yoluyla gösterilebilir.

2. Bir eleştirel realizm bile, (1)'de betimlenen bu naif objektivist-realist tavır karşısında şunu kabul etmek zorundadır ki, gerçekliğin kavranılışında öznenin rolü hiç de önemsiz değildir. Hatta giderek, gerçekliğin yalnız süje(özne) için "var" olduğu, yani "var olma" nın yalnızca süjenin bir onaması (tasdiki) sayılabileceği ileri sürülebilir ve bu durumda süjenin varlığa kendi ilkelerini dikte ettiği söylenebilir (Kant). Örneğin deneyimle biliriz ki, renkler yalnızca sübjektif verilerdir. "Bu kırmızıdır" veya "bu mavidir" dediğimizde ,kendi sübjektif algılarımızı dile getirmekteyizdir. Biz bu sübjektif verileri tüm gerçeklik alanına taşır ve bir "gerçeklik" tasarımına ancâk bu yolla varabiliriz. Kısacası, gerçeklik hakkında bazı içkin tanımlardan hareketle "analitik"yoldan değil, tersine deneyimden hareketle "sentetik" yoldan bilgi elde edebiliriz. Burada olsa olsa, nesnelerin kendiİerinde taşıdıkian nitelikler ile onların bizce algılanan nitelikleri arasında bir ayırım yapılabilir. Örneğin J. Locke, "birincil nitelikler"(yer kaplama, hareket, v.b.) olarak objektif geçerli; "ikincil nitelikler" (renk, sertlik, v.b.) olarak sübjektif geçerli nitelikleri birbirinden ayırır. Bu objektivist ve sübjektivist tavırlar, "kavram" konusunda da birbirlerinden ayrılırlar. Objektivist ontoloji için kavramlar, aynı zamanda mutlak ve değişmez bir geçerliğe sahiptir. Sübjektivist (öznel)ontoloji ise, kavramları yalnızca süjenin sahip olduğu a priori şeyler , yani tüm bilgi etkinliğinin önünde yer alan düzenleyici şeyler sayar (Kant, Yeni Kantçılık). Hatta empirist tavırlı bir ontolojide, kavramların geçerliğinin yalnızca onların işe yarama, iş görme dsğerlerinde yattığı, sonuç olarak onların yalnızca bilgi işinde başvurulan "yapıntılar" olduğu ileri sürülür (Vaihinger).

ONTOLOJİK ILKELER (PRENSİPLER) ÖĞRETİSİ

Ontolojinin görevi, herşeyden önce varlık ilkelerini ortaya koymaktır. Eski anlayışa göre, varolan olarak varlık, tüm öbür alanların da mutlak temelini (fundament) oluşturduğundan ve ontoloji tüm öbür felsefe disiplinlerinin de ana dayanağı olacağından, ontolojide ortaya konan ilkeler (prensipler), ayni zamanda öbür disiplinlerin de ilkeleridir. Başka bir deyişle ontolojik ilkeler, öbür alanların ilkelerinin formülasyonunu da olanaklı kılar. Ontolojik ilkeler, aynı zamanda bilme ve düşünme alanı için de geçerlidir. Yani varlık yasaları zaten düşünme yasalarıdır da. Hatta bu durum ahlâk alanı için de geçerlidir; yani "agere sequitur esse", tüm eylemler varlıktan çıkar. llke (prensip), sözcük anlamıyla çevrildiğinde, Grekçe arkhe sözcüğünün bildirdiği şeyi ifade eder yani "başlangıç" anlamına gelir. O ilk'tir; bir şeyin zorunlu başlangıcıdır ilk temel ve koşulsuz olandır; onun ardında onu temellendirecek veya koşııllayacak bir şey yoktur. Onun kendisi koşullayan ve belirleyendir ve belirlenmiş düzenlerde tam geçerliğe sahiptir. Görünüşte ilke sayılan ve daha üst düzeyde tekrar koşullu bir şey, yani daha yüksek bir ilkenin koşulladığı bir şey olarak yer alan şey, ancak bir koşullu ilke (prinzipat) olabilir. Dolayısıyla ontoloji bu gibi ilkelerle değil, ilk ilke (Urprinzip) ile ilgilenir ki, böyle bir ilke, hem ontotojik hem de ontik (varlıksal) bir ilkedir. Ancak, ilke kavramı, gündelik dilde ve çeşitli alanlarda kullanılan bazı kavramlarla kaypak bir anlam sınırına sahiptir. Özellikle temel (sebep) ve yasa kavramları ile ilke kavramı arasında böyle bir kaypak anlam sınırı vardır. Sebep kavramı, çoğu kez içeriksel ilke anlamında ilk temel ilkesine (Urgrundprinzip) yakın bir anlama sahiptir. Bunun gibi yasa kavramı da çoğu kez, içeriksel ilke anlamında kullanılır ve örneğin "belirli somut fenomenlere ilişkin içeriksel ilke" olarak tanımlanır (Cassirer).

Sebep ve yasa kavramlarının içeriksel ilke anlamlarında kullanılmalarına karşılık, "ilke" kavramını yalnızca "formel ilke" anlamında kullanmak uygun olabilir. Çünkü ilkeler olgusal olarak verili değildirler; tersine onlar veriler karşısında "transendent"tir ve bu bakımdan en genel "temel ifadeler" halinde formüle edilebilirler. Ama uygulamaya bakıldığında, "temel" (sebep) kavramı, herşeyin başlangıcı anlamında kullanılmakla ve yeterIi sebep ilkesi, bu nedenle bir ontolojik ilke sayılmaktadır. Klasik anlayışa göre, bir "iIk ilke (Urprinzip), varlığı ve geçerliği bir başka şeye dayanmayan, tersine kendinde ve tüm gerçek olan şeyler için geçerli olan şeydir" (Alberıus Magnııs); "ilkeler sonsuzdur, yaratılmamıştır, geçici değildir ve değişmez" (Stoa). Onlar bir bilgi etkinliğinin konusu değildirler; tersine, bilgi etkinliğini de olanaklı kılan şeyler olarak vardırlar. Bu yüzden ilkeler, zaten kendilerinin temellendirdiği ve koşulladığı bir düzen içinde, örneğin fiziksel dünyada gösterilemezler tersine, onlar mutlaklıktan apaçık (evident) şeyler olarak sezgisel yoldan verilidirler. Onlar rasyonel ve sorunlu "postulat" lardır; yani rasyonel-zorunlu ilk koşul veya "koşulsuz koşul" olarak kavranırlar. Oysa bir sübjektivist ontolojide, ilkelerin ontik (varlıksal) yönü; yani onların düşünmenin olduğu kadar varlığın da ilkeleri olduğu kabul edilmez. ilkeler, örneğin yalnızca deneyimin "düzenleyici" ilkeleri sayılırlar ( Kant ) veya empiristler için ancak birer bilgi elde etme aracı olma değerine sahiptirler.

"İlkelerin önemi, onların bize anlama ve kavıama işinde yardımcı olmalarındadır. Onların doğruluğu iş görme ve işe yarama değerleriyle sınırlıdır" ( Höffding ); "ilkeler toplu halde görme ve kuşbakışı kavrama araçlarıdır" ( Cassirer ). Bu anlayışa göre ilkeler ilgili oldukları alan karşısında, örneğin doğabilimsel yoldan kavranan doğa karşısında bir yüksek "synopsis" (özet) serimleme işlevine sahiptirler ( Mill ). "Eğer bir doğabilimsel yasa, deneyimde yeterince temellenebiliyorsa, o ilke olarak konumlanabilir" ( Poincare). Böylece eski objektivist "ilke" kavramının anlamı tamamen değişmiş olur. Oysa eskiden şu kabul ediliyordu: Principia non sunt multiplicanda ilkeler çoğaltılmamalıdır ). Bundan kastedilen şey şuydu: Evrenin bir birliği vardır ve bu birlik içeriksel bir ilk ilkeden, örneğin tanrısal varlıktan çıkar ki, daha Aristoteles , Homeros'un "tek bir hükmeden vardır' sözünü benimseyerek, tüm evren için tek bir formel ilke, bir "doğa yasası", bir "lex naturalis", bir "nomos physikos" olduğunu belirtir ("doğa yasası" terimine ilk kez Platon 'da rastlarız). Oysa modern sübjektivist felsefede, ilkeler, yalnızca "düşünme ekonomisi sağlayan araçlar" sayılırlar ( Mach ) ve en yüksek ilke, insan düşüncesine en fazla tasarruf sağlayan ilke kabul edilir ve ilkelerin değeri, doğayı daha iyi kavramadaki işlevlerinde ve doğaya egemen olmadaki yararlarında görülür. Ontolojik ilkeler biçimsel (formel) ve içeriksel (materyal, içerikli) ilkeler olarak ayrılır. Birincilerden, varlığın en yüksek yapıları, belirlenimleri ve yasalılıkları anlaşılır ki, bunlar biçimsel (formel) ontolojinin konusudur. En yüksek içeriksel ilkeler ise, ister en yüksek ister en sıradan gerçeklik söz konusu olsun, gerçekliğin metafiziksel ilkeleri sayılırlar ki, bunlar içeriksel (materyal) ontolojinin konusudur. Örneğin en yüksek içeriksel ilke tanrı olarak görülebilir ki, içeriksel ontoloji bu nedenle aynı zamanda metafizik olarak adlandırılabilir.

BİÇİMSEL (FORMEL) ONTOLOJİ

Biçimsel ontolojinin en genel görevi varlık yasaları ve varlık yapıları nı araştırmaktır. Varlık yasaları en genel belirlenim yasalarıdır da. Yani onlar, genel olarak varlığın olduğu gibi, "burada olan" somut şeylerin de koşulları durumundadırlar. Onlar birinci durumda daha çok statik, ikinci durumda ise dinamik bir doğadadırlar (Aristoteles).

Birinciler arasında en başta üç temel ilke yer alır.

1. Özdeşlik yasası,
2. Çelişmezlik yasası,
3. Üçüncü halin olmazlığı yasası.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
Cevapla






© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006