Tekil Mesaj gösterimi
  #6 (permalink)  
Alt 16.12.10, 20:46
efekan771 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
efekan771
Yavru Baykuş
 
Kaydolma: 16.12.10
Erkek
Mesajlar: 3
Teşekkürler: 0
Üyeye 0 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Türklerin, müslümanlığı kabul etmelerinden önceki sosyal ve kültürel hayatları

Bilindiği gibi, yeryüzünde yaşayan insan toplulukları MÖ 10.000 ila 8.000 yıllarından itibaren hayvanları ve bitkileri "evcilleştirme"ye, onların üretimlerini düzenlemeye, onları "kültürleme"ye başlamışlardır.
Dünyada, insanların yoğun olarak yaşadığı bazı yörelerden başlayan insan medeniyetinin bu yücelişi, daha sonraki yıllar içinde çeşitli faktörler tarafından daha başka insan toplulukları arasında da yayılmıştır.

Çin, Hindistan, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu gibi medeniyetin beşiği olan bu yerlerden biri de, çok eski atalarımızın yaşadığı Orta Asya topraklarıdır.

Yaşamın bitki toplayıcılığı ve hayvan avcılığına dayandığı dönemlerde, insan grupları sürekli yer değiştirmek zorunda idiler. Daha sonra bazı hayvanların evcilleştirilmesi ve çevredeki diğer insan topluluklarının artması, bu tür göçleri sınırladı. Gerek evcil hayvanların sürekli dolaştırılma zorluğu gerek iklim şartları ve gerekse bazı ürünlerin doğal yollar dışında insanlar tarafından tarım yoluyla çoğaltılması, insanları yarı-yerleşik bir hayat yaşamaya zorladı. İşte, incelediğimiz dönemdeki Orta Asya Türk toplulukları bu tür bir yaşayış düzeni içinde idiler.

Orta Asya Türk toplumlarında gördüğümüz, artık her toplumun belirli bir "yurt" tutmaya başlamış olmaları idi. Bunun kesin töre ve geleneklerini en iyi şekilde yayla ve kışlak hayatı düzeninde görmekteyiz. Kültür tarihçileri, her toplumun nerede yazlayıp nerede kışlayacağının belli olduğunu; ayrıca buradaki çeşitli davranış biçimlerinde de bir kargaşanın değil, genelde sıkı bir düzen ve törenin egemen olduğunu bildirmektedirler.

Türkler, tarihlerinin büyük bir kısmında hayvancılık ve tarımı birlikte yürütmüşlerdir ve hâlâ da bu yapıdan tam olarak kurtulamamışlardır. Bu tür bir hayat iki yurt gerektiriyordu; kışın hayvanların ve insanların barınacağı nisbeten sağlam yapılarla korumalı ve tarım alanlarına yakın olarak kurulan "kışlak", yazın geçirildiği yüksek yerlerde hafif, sökülüp yapılabilir kontlarla oluşturulan yayla hayatı ("yazlık").

Kışlaklarda önceleri evler sağlam çadırlardan yapılıyordu. Bu tür yerleşim yerlerinin seçilmesi çok önemli idi. Kışın barınılan yerlerde de, hayvanların korunması ve beslenmesi için yapılan "ağıl"lar esaslı bir yer tutuyordu.

İnsanların, bir yıllık zaman periyodu içinde -tarihin akışına bakıldığında- giderek vakitlerinin çoğunu kışlaklarda geçirdiğini görüyoruz. Önceleri kışlaklar da çadırdan ve belirli yerlerde kurulup ve zamanı gelince sökülüp gidiliyordu. Ama vaktin daha çoğunun kışlaklarda geçmesi üzerine, buralara çadırdan değil taş ve topraktan evler yapılıp, geçici evlerin sadece yaylalara kurulduğu görülmektedir. Bu, Türk topluluklarının yavaş yavaş sürekli bir yurda ve yerleşik hayata geçmelerine neden olmuştur.

Yazın ovalardaki sıcaklığın artması ve otların kuruması, hayvan beslemeye ve süt ürünleri yapmaya alışmış toplumları daha serin ve otu bol olan yaylalara çıkmaya zorluyordu. İlkbaharın sonuna doğru başlayıp sonbahar sonlarına kadar devam eden yayla mevsiminde, hali vakti yerinde olan hemen herkes, kendi obasının yaylasına çıkıp orada yaşıyordu. Yayla olarak seçilen yerlerin esas özellikleri, otlağının bol ve sulak olması idi.

Her hayvanın yüz karakteristiği, insan yüzleri gibi, onları birbirlerinden ayırabilecek belirli çizgiler ve özellikler taşır. Buna rağmen koyun, keçi gibi sayısı çok olan sürülerde herkes kendi hayvanlarını özel bir işaretle ve genellikle kulaklarından damgalıyordu ("enemek"). Sığırlarda ve atlarda böyle bir işarete gerek kalmıyordu.

Meseleye eğitim açısından yaklaştığımızda, böyle bir sosyal yaşayışta şu özelliklerin belirgin olarak ortaya çıktığını görüyoruz:

Hayvancılığa dayalı bir geçim sürdüren toplumlarda, sürülerin bakılması ve beslenmesi, küçükbaş hayvanlar için "çobanlık" ve büyükbaş hayvanlar için "sığırtmaçlık" denen meslekleri ortaya çıkarmıştı. Bu meslekleri yapanlar genelde aile veya "boy" içinden bir kişi olduğu gibi, başka topluluklardan da olabiliyordu. Konu devlet örgütü düzeyinde ele alındığında, büyük beylerin ve kağanın sürüleri iyice kalifiye çobanlar tarafından otlatılıyordu.

Orta Asyadaki Türk topluluklarının sosyal yaşayışında hayvancılık uzun yıllar esaslı bir yer teşkil ettiği için, bunlar, hayvan yetiştirmede, terbiye etmede ve onların ürünlerinden işlenmiş bir şekilde faydalanmada büyük bir gelişme göstermişler ve hattâ bir "çobanlık kültürü" de geliştirmişlerdir. Türklerin bu husustaki uğraşılarını ve dikkatli gözlemlerini en iyi yansıtan belge, Türkçedeki bu alanla ilgili kelime, kavram ve sözlerdir.

Hayvancılıkla geçinen toplumlar, bütün zamanlarını harcadıkları bu hayvanların ürünlerinden de sonuna kadar faydalanmak istiyorlardı. İlk önceleri Türk toplumunun en çok ilgi gösterdiği hayvan at idi. Bunlar, bu yarı göçebe toplumlara büyük bir hareket kolaylığı sağladığı için, onların hayatında vazgeçilmez bir yer tutuyordu. Ayrıca bu hayvanların etinden ve sütünden de faydalanılıyordu. At eti ve at sütünden yapılan "kımız" adlı içecek, "asil" kişilerin baş yiyecek ve içecekleri arasında yer alıyordu. Önceleri yoksul halkın yiyeceği, giyeceği ve meşguliyetleri arasında yer alan koyun, sığı ve ördek, kaz gibi kümes hayvanları, yerleşik hayatın ağırlığına bağlı olarak daha sonraları önem kazanmıştır.

Bu hayvanların ürünlerinden yapılan kürkler, dokumalar, keçeler; yağ, peynir ve yoğurt başta olmak üzere birçok yiyecek; Türk insanının o zamanki zihnî çalışmasını ve çocuklarını yetiştirirken ne gibi incelikleri yaygın eğitim vasıtasıyla verdiği konusunda aydınlatıcı olabilir. Hayvanın yavrulatılması, hastalıklardan korunarak beslenmesi, kırkılması, kesilmesi, sütünün sağılması ve işlenmesi, hayvanın sütünün ve etinin çeşitli yemeklerde kullanılması... gibi konular bu husustaki geleneksel yetiştirmenin ana noktalarını teşkil etmiştir.

Orta Asyadaki Türk toplulukları sadece hayvancılıkla geçinen gruplar değildi. Kışlak hayatının gelişmesi ile, tarım da insanların ana meşguliyetlerinden biri olmuştur. Hem hayvancılık hem de tarım, Türklerin toprağı çok iyi tanımalarına imkân sağlamıştır. Hangi toprak parçalarının nasıl işleneceği, hangi ürünlerin hangi mevsimlerde ekilip dikileceği, hasat zamanları, hasat âletleri gibi konular üzerinde birçok gelişmeler olmuştu. Toprağı işleme, dinlendirme ve sulama usullerinin yanı sıra yetiştirilen bitkilere bakmak, Orta Asya Türk toplumları arasında tarımın nasıl bir gelişme gösterdiği hakkında açık bir fikir verebilir. Burada yetiştirilen bitkilerden bazıları şunlardır: arpa, buğday, burçak, çavdar, yulaf, darı, pirinç, mısır, kavun, karpuz, kabak, hıyar, acur, pancar, şalgam, turp, soğan, sarmısak, pırasa, bakla, bezelye, fasulye, mercimek, nohut, ıspanak, marul, pazı, hindiba, biber, susam, yonca, çayır v.s... Bu bitkilerin yanı sıra şu ağaçların ürünlerinden de faydalanılıyor ve bunların "kültürlenmesi" için çalışılıyordu: alıç, armut, alma, ayva, badem, ceviz, dut, erik, fındık, fıstık, kestane, hurma, iğde, incir, kayısı, zerdali, kızılcık, kiraz, vişne, muşmula, nar, şeftali, limon, portakal, turunç, üzüm, zeytin, palamut v.s...

Orta Asya Türk toplumlarının bu kadar çeşitli bitki ve ağaçların tarımını yapabilmeleri, onların iklimler arası çok çeşitli özellikleri olan topraklar üzerinde yaşadıklarını gösteriyordu. Bu ise, Türk insanına çok geniş bir hayat tecrübesi, dünya görüşü ve çevre hakkında bilgi sağlıyordu. Tarım ile uğraşan aileler de çocuklarına, elbette gene yaygın eğitim vasıtasıyla, bütün bu bitkilerin özellikleri, yetiştirilmesi, işlenerek yenilmesi ve pazarlanması ile bilgileri aktarıyorlardu.

İster hayvancılık isterse tarımla uğraşsın, Orta Asya Türk toplulukları içinde bu alanlarla ilgili yoğun ve ince bilgilere dayalı gayet yoğun bir yaygın eğitim çalışması yapılıyordu.


1.1.2. Yerleşik şehir ve kasaba hayatı

İnsanlık tarihinde yüksek kültürlerin kaynağı tarım bölgelerinde ve şehirlerdeki sosyal yaşayış olmuştur. Orta Asya Türk topluluklarına bu açıdan yaklaşıldığında, oradaki insanların çok yüksek bir tarım, ticaret ve şehir hayatına sahip oldukları görülmektedir. Bu bakımdan, müslümanlıktan önceki Orta Asya Türklerinini tamamen göçebe oldukları şeklindeki yaygın kanaat yanlıştır.
Orta Asyadaki Türk topluluklarının önemli bir kısmı ticaret yolları üzerinde, tarım açısından verimli vadilerde çok eskiden beri şehirler ve kasabalar kurmuşlar, buralarda çok yüksek bir yerleşik kültür geliştirmişlerdir. Buralarda kurulan devletlerin hemen hepsi de önemli şehirler ve tarım bölgelerini ele geçirmeye çalışmışlar, bu uğurda savaş vermişlerdir. Zaten, tamamen göçebe toplumların yüksek teşkilâtlı bir devlet kurup bunu uzun süre devam ettirmelerini beklemek yanlıştır. Tarihteki hemen bütün büyük devletler, göçebe toplumlar tarafından kurulsa bile, büyük şehirlere ve yerleşik halka dayanmışlardır.

Aile düzeni ve ev hayatı Türk toplumlarında çok önemli idi. Aile kuruluşunu bile "evlenmek" olarak adlandıran bir toplumda, yerleşikliğin ana simgesi olan "ev" temel bir yer tutuyordu. İnsanın hayattaki esas amaçlarından biri "ev-bark sahibi olmak" olarak adlandırılıyordu.

Orta Asya Türk toplulukları ev inşa tekniklerinde, ev planlarında büyük gelişmeler sağlamış; ahır, ağıl, kümes, samanlık gibi kendi hayatına yardımcı olan unsurları evden uygun bir uzaklığa yerleştirdiği gibi, mutfak, hamamlık gibi kısımları da ev içine uygun bir şekilde yerleştirmişti. Ayrıca evin iç düzenlemesinde, döşenmesinde de birçok orijinal karakteristikler geliştirilmişti.

Türkler, ilkönceleri genel olarak şehirlere ve özellikle etrafı surlarla çevrilmiş şehirlere "balık" diyorlardı. "Beşbalık", "Ordubalık", "Baybalık" gibi başşehirler, bu deyişe verilebilecek bazı örneklerdir. O zamanlar, köy ve kasaba mahiyetindeki yerleşim yerlerine de "uluş" deniyordu. Şehir karşılığında daha sonra -Soğdçadan geçme- "kend" sözcüğü kullanılmaya başlanmış; "Yarkend", "Taşkend", "Semizkend" (Semerkant) örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehirler bu adlarla adlandırımaya başlanmıştır. "Şehir" kelimesi de "şahar" ve "şar" şekillerinde Türkçede büyük yerleşim yeri olarak kullanılmıştır; "Karaşar" şehri de buna örnektir. Türk hakanının oturduğu şehire de "ordu" deniyordu.

Devletler kurarak Orta Asya topraklarına uzun yıllar egemen olan Türk topluluklarının, birçoğu kalıntı şekline dönüşmüş ve bir kısmı hâlâ yaşayan şehirlerine baktığımızda, buralarda nasıl canlı bir yerleşik hayat olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Tarımla, ticaretle, çeşitli el sanatlarıyla geçinen binlerce insanın yaşadığı Orta Asya Türk şehirlerinden, yukarıda verilen örneklere ek olarak verilebilecek bazıları şunlardır: Balasagun, Ötügen, Altındağ, Barköl, Kuça, Loulan, Aksu, Kaşgar, Hotan, Turfan, Buhara...

Doğu Türkistan'daki Beşbalık ve Koça ile Uç Turpan şehirleri hem Türk devletlerinin başşehirleri hem de sanat, ticaret ve Budist kültür merkezleri idiler. Batı Türk kağanlığının merkezleri ise Karaşehir ve Kuça idi. Buralarda da birçok Budist külliyeleri bulunuyordu. Gene Batı Kağanlığına bağlı olan Hotan (Ordu-kend) ve Kaşgar da Türk medeniyet merkezleri idiler. Doğu Türkistan'daki Kansu ve ona yakın şehirler bazen Çin bazen Türk egemenliğinde, ama Türk karakteri taşıyan şehirlerdi. Batı Türkistandaki Fergânâ, Suyâb, Taraz, Çul, Sarıg, Sukuluk, Sayram, Yangıkend, Aktepe, Uşrûsana, Pencîkend, Baykend, Kunduz ve Belh gibi sayısız şehirlerde, Türk insanlar yerleşik hayatın gerektirdiği sosyal yaşayış kurallarını, toplum düzenini, sosyal kurumları, sanatı, zenaatı, ticareti v.s. ile yoğun bir yaygın eğitim ve dinî kurumlarda da örgün eğitim çalışması içinde idiler.


1.1.3. Müslümanlığı kabul etmeden önce Türk topluluklarının dinî inançları

Türklerin ilk dinî inançları M.Ö. 1000 yıllarından itibaren gelişmekte olan gök ve yer tanrıları ile atalar dini idi. Daha sonraki Çin uygarlığının gelişmesinde de esas rolü oynayacak bu kozmolojik görüşlere "üniversalizm" denmiştir. Üniversalist kozmolojiye göre, evranin başlıca iki ilkesi gök ve yer idi. Bu diktomik (iki ilkeli) kozmolojiye göre, iki unsur değişik oranlarda kaynaşarak ateş, ağaç, su, toprak ve madenden ibaret olan beş unsuru; bu unsurlar da değişik oranlarda kaynaşarak evrendeki bütün varlıkları meydana getiriyorlardı. Türkler, gökkubbenin tam altında ve evrenin merkezinde oturuyodu. Hakan, gök tanrısından ve atalardan "kut" almış, onların yeryüzündeki temsilcisi kişi idi.
Üniversalizm denen bu dünya görüşü, Çin'de bir yandan Taoizmi öte yandan Konfüçyüs felsefesini geliştirdi. Türklerde ise, özellikle Kağan, bu inançlara dayanarak kendisini kutsallaştırıyor, halk kitlelerinini (kara budun) kendisine bağlanmasını sağlıyordu.

Gök tanrıya önem veren bu inançlar Türkler arasında yıldızlara dayalı inançların gelişmesine de yardım etti. Bunlardan birisi, yakın doğudaki gök dinlerinden Hermetizm mensupları olan Şamanlar, diğeri gene göksel tapınmaların ağırlıkta olduğu Mani dini idi. Yıldızlara ve güneşe tapma, yeryüzündeki hayatı buna göre düzenleme Orta Asya Türk toplumları arasında oldukça yaygın idi.

Ancak İslâmiyet öncesi dönemde Orta Asya Türk topluluklarının dinini "Şamanizm" olarak nitelemek yanlıştır. Ancak atalarının ruhlarına saygı göstermek isteyen toplulukların törenleri, genellikle "kam" adı verilen kişiler tarafından, özel bir takım âletler ve hareketlerle halk heyecanlandırılarak ve psikolojik yönden etkilenerek yönetilmekte idi.

İslâmiyetten önce, Türk topluluklarını yazılı medeniyete doğru çeken iki büyük dinî akım vardı. Bunlar Maniheizm ve Budizm idi.

İran kökenli olan Mani dini inancı, evrende birbirine düşman olan ışık ve ateşle (iyilik) karanlık ve maddenin (kötülük) sürekli savaş ettiğini savunuyordu. Bu savaşta insan da maddî varlığından, maddî şahsiyetinden vazgeçmelidir. Karanlık ve kötülüğe neden olacağı için çocukların da olmaması gerekir. Mani inançları Bögü Kağan ve sülâlesi tarafından benimsenmiş; bir saray dini olarak kalmasına rağmen, resmî ve yazılı kaynaklar alanında zengin bir kültür mirası bırakmıştır.

Orta Asyadaki Türk boylarından bir kısmı yarı göçebe bir hayatı devam ettirirken; Kagınılı, Köktürk, Tarduş, Kengeres gibi boylar, Kuzey Çin ve Kansu'daki Hun merkezlerinde, Türkistan'da, Kuşân etkileri altında birçok Türk grupları yerleşik medeniyete iyice alışıyorlar ve Budizm buralardaki topluluklar arasında hızla yayılıyordu.

Budizm, Uluğ-kölüngü mezhebi yoluyla ve bir "Türk Budizmi" şeklinde, Orta Asya'da İslâmiyet öncesinde en çok yayılan din oldu. Gerek Mani inançları gerek Budizm, Türk hakanlarını gene yüksek bir mevkiye çıkardığı için, hükümdarlar tarafından resmî din olarak kabul ediliyordu. Bu arada Budist ilkeleri anlatan "Sutrâ"lar Türkçeye çevirtiliyor, Burkan heykelleri ve dinî yazmalar için yüksek tapınaklar yaptırılıyordu.

Nepal'dan yayılan Budizm, İran'dan gelen inançların nedeniyle Batı Türkistan'da fazla yayılamamış, ama Doğu Türkistan'da hızla yayılmış ve buradaki kültürlere damgasını vurmuştur. Hotan, Miran, Tumuşk ve Kuça'daki "vihara"larda (Budist manastırları) yetişen rahipler, eski Türk üniversalizminden de izler taşıyan Uluğ-kölüngü (Ulu Kağnı) mezhebini geliştirmişlerdir. Bu mezhebin inançları Doğu Türkistan sanat ve edebiyatına berrak bir şekilde yansımıştır.

Burada dikkat edilmesi gereken, Hun ve Tabgaç toplumlarında Budizmi etkileyecek, yönlendirecek kadar "aydın" din adamlarının yetişmesidir.

Orta Asya Türk toplumları arasında örgün eğitim denilebilecek ilk çalışmalar, Budist kültür merkezlerindeki manastırlarda ("vihara") ortaya çıkmış; buralarda gençler teorik ve pratik olarak Budizm ilkelerine göre yetiştirilmiş ve daha sonra propagandacı olarak çeşitli yerlere gönderilmiştir. Bu dine giren Türk hükümdarları da geniş kütüphanelere sahip olmakla, sanatı korumakla tanınmış "âlim" kişiler idi.

Bu bize, İslâmiyet öncesi dönemde Orta Asya Türk toplumları arasında yaygın bir bilim, sanat ve kültür faaliyetinin olduğunu, örgün ve yaygın esasta yoğun bir eğitim çalışmasının sürdürüldüğünü göstermektedir.

Budist kültür merkezleri Göktürklerden önce Hunlar zamanında Orta Asyanın önemli yerleşim yerlerine dağılmışlardı. Tabgaçlar da Kansu'da Hunları mağlup ettiklerinde, onların hizmetindeki sanatçı rahipleri ("toyın") kendi illerine götürmüşlerdi.

Göktürkler ve Kangılı boyları 5. Yüzyıldan itibaren Budizme girmeye başladılar. Budizmin buradaki yayılması da saraylar vasıtasıyla oldu. Uygurlarda ise Budizm, sosyal hayatın hemen her alanına damgasını vurmuştu.

Budizm sadece savunduğu dünya ve veren görüşü açısından değil, siyasî açıdan da Türk hakanları tarafından benimsenen bir görüş oluyordu. Türkler, Konfüçyüsçü ve Taocu görüşleri benimsemekten çekiniyorlardı; çünkü bu, Çin yayılmacığının bir vasıtası haline gelebilirdi. Zerdüşt dinini ve Hıristiyanlığı da İran ve Bizans yayılmacılığının vasıtası olabileceğinden dolayı benimsemiyorlardı. Hazar Türklerinin Museviliği kabul etmesi, aynı şekilde din vasıtasıyla siyasî yayılmaya karşı çıkma düşüncelerinden dolayı idi. Bunun gibi, Hindistan'dan gelen Budizmde herhangi bir siyasî amaç görmemiş olabilirlerdi.

Ancak tarihî buluntular ve metinler, İslâmiyet oluşmadan önce Orta Asya Türk toplumları arasında Hıristiyanlığın da Köktürklerden itibaren saraylarda ve şehirlerde yayıldığını gösteriyor. Ancak müslümanlığın gelmesi, Türk toplumları içindeki din propagandalarını ve yayılma hesaplarını altüst etmiştir.


1.2. Siyasî teşkilâtlanmalar

Türklerin, tarihe geçmiş siyasî örgütlenmeleri milattan önceki 1000 yıllara kadar uzanıyor mama, M.Ö. 200'li yıllarda Japon Denizi'nden Hazar'a, Himalayalardan Sibirya buzullarına kadar uzanan topraklarda büyük imparatorluk kurmuş olmalarına bakarak, daha önce zengin bir devlet teşkilâtı tecrübelerinin olduğu kabul edilmelidir.
Orta Asyanın toplumsal yapısı Türkler, Moğollar, Tunguzlar gibi üç millet ve bu milletlerin birçok şekillerde yerleştikleri bir toplumsal düzen idi. Büyük arazi parçaları üzerinde yerleşik ve yarı göçebe gruplardan oluşan bu yapının yanı sıra, gayet yoğun bir nüfusa sahip ve yerleşik düzendeki Çin devleti, kuzeyde buzullar ve güneyde yüksek dağ silsilesi şeklinde coğrafî sınırlamalar, çekici kültür hareketleri ve verimli toprakların Batıda olmasından dolayı yüzünü Batıya dönmüş İranlılar o zamanki Orta Asya'nın ana karakteristiklerini meydana getiriyordu.

M.Ö. 220'lerde kurulmuş olan Büyük Hun İmparatorluğu'ndan önce Türkler yarı göçebe toplumları düzenleyen, örgütleyen birçok devletler kurmuşlardı. Yoksa Hunların yüzyıllar süren bir devlet geleneği ile devlet yönetmeleri mümkün olmazdı.

Orta Asya Türk devletleri, kabile yaşayışını devlet örgütü içinde topluyordu. Önemli olan, bütün boyların liderlerini belli bir hakana bağlamak, belli bir devlet düzeni içine çekmek idi. Şöyle veya böyle, Orta Asya'daki Moğol, Türk ve Tunguz boylarının genelde devlet teşkilâtı içinde düzene kondukları görülüyor.

Ancak tarih boyunca Çinlilerle devamlı bir mücâdele sürüyor. Çinliler boylar arasındaki küçük çekişmelerden faydalanarak ve kültürel etkilemeler yönüyle Türk devletlerini zayıflatmaya, yıkmaya çalışırlarken, Türk devletlerinin de sürekli akınlarla Çini devamlı rahatsız ettikleri ve onları bir "set" yapmaya mecbur ettiklerini görüyoruz.

Orta Asyadaki devletleri genelde geniş topraklara yayılmış küçük boylar engelleyemiyor. Burada kurulan devletleri doğuda Japon Denizi, kuzeyde Sibirya buzulları, batıda Ural Dağları ve Hazar Denizi, güneyde ise Himalayalar ancak durdurabiliyor. Bu doğal engellerin yanı sıra güneydoğuda yoğun bir nüfüsa, güçlü bir kültüre, teknoloji ve devlet teşkilâtına sahip Çin devleti ile güneybatıda gene köklü bir kültür ve devlet geleneğine sahip İran devleti engelliyor.

Türk devletleri bir taraftan birbirlerinden küçük dil, din, gelenek fartklılıkları olan bir çok "boy"un "konfederasyonuna" dayandığı için; diğer taraftan doğu ve batı (Çin ve İran, Bizans) kültür ve uygarlıkları arasındaki ticaret yolu üzerinde bulunduğundan dolayı, inanç ve geleneklerde geniş hoşgörü gösteren devletler idiler. Türkler hem Orta Asyada iken hem de Anadolu'ya yerleştikten sonra, devamlı olarak doğu ve batı medeniyetleri arasında bir köprü görevi görmüşlerdir. Türk devlet teşkilâtının başında "yabgu", "kağan", "han" (daha sonra da "sultan" ve "padişah") adlı, soy olarak asil bir yönetici bulunurdu. Devlet başkanlığının ya babadan oğula ya da yakın akrabalar arasında geçtiği görülmektedir. Bu gelenek daha sonra da devam etmiş, ancak Cumhuriyet döneminde meclisin seçimine bırakılmıştır.

Devlet başkanlığı gibi, ordu komutanlıkları da soy takip ediyordu. Çeşitli boyların liderlerinden oluşan Büyük Kurultay, devlet yönetiminde oldukça etken olabiliyordu. Bu nedenle bazı tarihçiler, Türk devletlerini bir "konfederasyon" gibi görüyorlardı. Bunlar, çeşitli Türk boylarının bir boyun egemenliğini kabul ettiği devletler idi. Öyle ki Hunlar ve Avarlar, Orta Asyadaki iktidar mücâdelesini kaybettikten sonra, büyük gruplar halinde Karadeniz'in kuzeyinden Avrupa'ya geçmişler ve devletlerini orada sürdürmüşlerdi.

Orta Asya Türk devletlerinde, imparatora her zaman kutsal bir yer veriliyor, ama gene de devlet yönetiminde tek kişinin hâkimiyeti olmuyordu. İmparatorluk merkez, doğu, batı ve daha başka şekillerde kısımlara ayrılıyor; bir tanesi hâkim kısım olsa bile, diğer kısımların iç işlerinde bağımsız ayrı yöneticileri oluyordu. Devleti kısımlara ayırarak oralara genç şehzadeleri veya tahta yakın kişileri yönetici olarak gönderme, o zamanki iletişim vasıtaları ve toprakların genişliği açısından belki bir zaruret olarak ortaya çıkıyor, ama aynı zamanda devletin de en zayıf noktalarını oluşturuyordu.

Orta Asya Türk devletleri yalnızca askerî güce dayanan çapulcu devletler değildi. Öncelikle hareketli topluluklar arasında âdilce bir düzen kurmaya çalışan, yerleşik toplumların tarım, ticaret ve el sanatlarının serbestçe gelişmesini garanti eden, kervan konaklama yerleri, büyük sulama sistemleri yaptıran devletler idi.

Askerî birlikler genellikle atı idi. Atlı birlikler, seyrek bir yerleşim düzenine sahip bir devletin düzenini sağlamaya uygundu ve genellikle piyadelerden meydana gelen kalabalık Çin ordularına karşı en iyi savunma ve hücum ordusu idi. Nüfusu az olan Türk devletlerinin, yayalardan meydana gelen bir ordu ile Çin'e karşı koyması, geniş Orta Asya topraklarında hızlı hareket etmesi ve rahatça manevralar yapabilmesi, dahası böyle bir kara ordusunu sürekli görev başında tutması imkânsız idi.

Türk devletlerinin içindeki boylardan bazılarının çeşitli faktörler karşısında zayıflaması, bazısının giderek kuvvet kazanması zamanla çeşitli iktidar mücâdelelerine neden oluyor; Orta Asya Türk boylarının koruyuculuğunu ve düzenini, kendisini aynı ölçüde asil sayan başka Türk boyları üstleniyordu. Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar v.s. arasındaki mücâdele ancak böyle yorumlanabilir.

İslâmiyet öncesi dönemde Çin, Orta Asya, İran ve Akdeniz havzasında büyük devletlerin yer aldığı görülüyor. Bu devletlerin çağdaşı, bu devletlerle boy ölçüşen Türk devletlerinin kaba, ganimetçi, zorba devletler olmadığı; bilakis Orhun yazıtlarında görüldüğü şekliyle millî birlik bilincine dayalı, Bilge Tonyukuk gibi gerçekten "bilge" vezirleri olan, paralı ve yabancı askerler bulundurmayıp saf millî ordulara sahip, üzerinde birçok tarım, ticaret ve kültür merkezleri bulunan medenî devletler olduğu ortaya çıkar.

Milattan sonraki 700'lü yıllardan sonra Orta Asya Türk devletlerinde millî yönetim yerine dinî yönetimin ağırlık kazanmaya başladığını görüyoruz. Bir taraftan müslümanların Suriye ve İran'a girmeleriyle buralardaki Hıristiyan ve Maniheist din adamlarının Orta Asya içlerine gitmeleri, bir taraftan Budist rahiplerin propagandalarının artması ve bir başka taraftan Moğolların Kırgızları, Kırgızların Türkleri batıya sürmesiyle Türkistan'da sıkışan ve yoğunlaşan nüfus, insanlar arası düzeni sağlamada dini de bir faktör olarak ortaya çıkarmıştır.

Devlet yönetiminde dinî hürriyet havasının sürmesine rağmen Uygurlarda Mani dinini 177 yıl boyunca devlet dini olarak görüyoruz. Sarı Uygurlarda Budizm gene devlet dini düzeyinde idi. 940'tan sonra Karahanlı devletinde de müslümanlık devlet dini haline geliyor ve Türk devlet geleneğinde din en önemli faktör olmaya başlıyor.


1.3. Kültürel Yaşayış

1.3.1. Türklerin varlık bilinci üzerine destan ve efsaneler

Türklerin, milattan önceki yıllardan beri bir yazı sistemine sahip oldukları anlaşılıyor. Ama gene de bu yazı yüksek tabakalar arasında oldukça yüksek işler için kullanılmış, halk arasında çok yayılmamıştı. Türklerin milattan önceki ve milat yıllarındaki hayat görüşleri, varlık biliçleri hakkında bazı destanlar ve efsaneler vardır ve bunlar da Çin ve İran kaynaklarından öğrenilmektedir.
Türklerin en eski destan veya efsanelerinden biri, M.Ö. 7. Yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Alp Er Tunga'ya aittir. Divân-ı Lûgati't-Türk'te ve Şehname'de bazı kısımları geçen bu destana göre, Saka Türklerinin devlet başkanı Alp Er Tunga, Çin'den Anadolu içlerine kadar uzanan bir devlet kurmuştu. Çinlilerden ve Türklerden meydana gelen muazzam bir ordu ile her yeri titretiyordu. Nihayet, İranlılar tarafından Azerbaycan'da kuşatılarak öldürüldü.

Gene Saka Türklerine ait olan Şu efsanesi de M.Ö. 4. Yüzyılda yaşamış bir Saka hükümdarını ve Türklerin Büyük İskender'i yenip geri çevrimesini anlatmaktadır.

Bundan sonra, daha yakın zamanlara ait olduğu tahmin edilen büyük Türk destanları devri gelmektedir. Bunlardan biri, değişik düzenlenişleri olan ve İslâmiyetten sonra "islâmişerek" devam eden Oğuz Kağan destanıdır.

Oguz Kağan destanının, Hun hükümdarı Mete'nin adı ve faaliyetleri etrafında geliştirilmiş bir destan olduğu sanılmaktadır. Türklerin hayat görüşünü ve karakterini en iyi anlatan destanlardan biridir. Burada bir insanın amacının sadece Tanrıya boyun eğen ve yalvaran, onun dışında bahadır ve iyi bir kişi olmak şeklinde gösterildiğini okuyoruz. Oğuz Kağan, Göktanrı'nın oğludur; Tanrı tarafından yönlendirilmekte ve korunmaktadır. Evleneceği zaman da önce Göktanrı'dan eş istemiş; gökten inen bir ışık ona eş olmuş; Gün, Ay, Yıldız adlı oğulları bu ışık anneden olmuştur. Daha sonra Yertanrı'nın verdiği eş ile evlenmiş, bundan da Gök, Dağ ve Deniz adlı oğulları doğmuştur. Burada hem Yer hem de Göktanrı'nın verdiği eşler ile, eski Türklerde iki eş ile evlenme motifine rastlanmaktadır. Ancak Orta Asya Türk toplumlarında genellikle tek eşle evlenmenin hâkim olduğu bilinmektedir.

Oğuz Kağan destanında daha sonra bir Bozkurtun yol göstericiliğini görüyoruz. Daha sonra Türeyiş destanında da görülecek olan bu motif, Türk destanlarının en karakteristik yönlerinden biridir. Oğuz Kağan destanında, bir bozkurt ordunun önünde onu kuzeye, batıya ve güneye değişik ülkelere sefere götürmekte ve muzaffer kılmaktadır.

Oğuz Kağan destanında işlenen temalardan bir başkası, devlet yönetiminde asil hağana yardım eden bir bilge vezir tipidir. Burada Uluğ-Türk adlı vezirin Kağan üzerinde çok etkili olduğunu görüyoruz. Vezirin yanı sıra Devlet yönetiminde önemli kararlar verilirken Ulu Kurultay'ın toplanması, hattâ bu toplantıya halkın da davet edilmesi destanda yer almaktadır.

Osmanlılara kadar, Türk devletlerinin en önemli kusurlarından biri olarak gördüğümüz, ülkeyi oğullar arasında paylaştırma özelliği de destanın son kısmında yer almaktadır.

Türklerin Bozkurttan türediğine dair efsane ve destanlardan iki tanesi, özellikle yaygındır. Bunlar Türeyiş ve Bozkurt destanlarıdır. Türeyiş destanına göre, Tanrı Bozkurt şeklinde yere inmekte, burada Türk Hakanının kimseye vermeye kıyamadığı güzel kızları ile evlenmekte ve bu evlilikten 9 Oğuz ve 10 Uygur doğmaktadır. Bu nedenle Dokuz Oğuzlarla On Uygurların bozkurt ruhu taşıdıkları rivayet edilmektedir.

Bozkurt destanında ise, Türkler bir savaşta yenilmekte, bütün halk çoluk-çocuk kılıçtan geçirilmekte, sadece yaralı bir delikanlı kurtulmaktadır. Bu yaralı delikanlıyı bir dişi Bozkurt bulup iyileştirmekte ve daha sonra bu delikanlının kurt ile birleşmesinden bütün Türkler üremektedir.

Kurt, veya daha belirgin şekli ile Bozkurt; Oğuz, Ergenekon ve Göç destanlarının bazı söylenişlerinde de hep bir ata, bir kılavuz veya kurtarıcı, hâsılı göksel bir unsur olarak hep yer almaktadır.

İslâm öncesi Türk toplumlarında yaygın bir başka Türeyiş destanına göre ise, bir ağaca gökten mavi bir ışık inmekte; ağaç gövdesindeki bu ışıktan çocuklar doğmakta ve bunlardan en yeteneklisi ve akıllısı Türk hakanı olarak seçilmektedir.

Orta Asya Türk toplumlarının destanları arasında, burada zikredilmesi gereken iki tanesi daha vardır: Ergenekon ve Göç destanları.

Ergenekon destanı, Göktürklerin menşeini anlatmaktadır. Düşmanların çeşitli hileleri ile yenilen Türkler gene toplu bir kıyımdan geçiriliyorlar, kalanlar ise esir ediliyor. Esir kampından Kayı ve Dokuz Oğuz, aileleri ile birlikte kaçıyor; "Ergenekon" adlı bir yerde, yüce dağların arasında herkesten uzak 400 yıl kalıyorlar. Burada çoğalıyorlar. Artık bu yer kendilerine dar gelmeye başlayınca Kurultay'ı topluyorlar ve bu sahadan çıkmaya karar veriyorlar. Bir demircinin öğüdü üzerine odun, kömür ve körüklerle çıkış yolunu kapatan bir demir dağı eriterek tekrar diğer toplulukları egemenlikleri altına alıyorlar. Daha sonra da Türkler arasında bu demiri eritme günü kutsal bir gün olarak törenlerle kutlanıyor.

Göç destanında ise, devletin saadeti, milletin birliği bir dağa, daha doğrusu büyükçe bir kayaya bağlı gösteriliyor. Ancak daha sonra Çinlilerden alınan bir gelin karşılığında bu kayanın onlara verildiği; onların da bu kayayı parçalayarak Çin'e götürmelerinden sonra ülkede ölümlerin, kıtlıkların, kıranların eksik olmadığı, milletin birliğinin bozulduğu ve bu yerlerden göç edilip Beşbalık yöresinde yeni bir devlet kurulması işlenmektedir.

Burada kısaca söz etmeye çalıştığımız, İslâmiyet öncesi Türk destanlarında, Orta Asya Türk toplumlarının yaratılış efsaneleri, çoğalmaları, karşılaştıkları acılı ve mutlu olaylar, toplum ve devlet hayatında önde tutulan erdemler, dikkat edilecek hususlar sembolleştirilerek mükemmel bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Bu şekli ile de, destanlar ve efsaneler bir toplumun ve o toplum içinde yaşayan bireylerin benliklerinin oluşmasında, günlük olaylar karşısındaki vaziyet alışlarının ve tutumlarının şekillenmesinde, ana hayat çizgilerinini belirlenip şekillenmesinde, ana hayat çizgilerinini belirlenip izlenmesinde esaslı bir rol oynamaktadır.

Burada değerlendirilmesi yapılamayan diğer folklorik unsurlarla birlikte, Orta Asya Türk toplumları arasında yoğun, tutarlı ve şahsiyetli bir yaygın eğitim çalışması olduğu söylenebilir.

Türk destanlarındaki kurt, geyik gibi bazı hayvanlar, bir ağaç, bir dağ, gökten inen bir mavi ışık sadece totemler ve dinî kültlerle izah edilemez. Bu şekildeki "sistemleştirmeler" belki bir izahtır, ama esas gerçeği tüm yönleriyle ele alıp anlatmadan ve iknadan uzak tek taraflı açıklamalardır. Bu simgeler sadece dinî değildir; insan ruhunun yüceliklerini gösteren, tabiata ve diğer insanlara bakış açısını, devlet ve düzen anlayışını, gelecek ümit, inanç ve beklentilerini gösteren çok yönlü, çok anlamlı simgelerdir. Bizim için, örgün eğitimin olmadığı dönemlerde bunlar insanlara birçok örnek davranış biçimleri ve birçok günlük hayat çalışmalarına rağmen, arkasından gidecekleri yüksek idealler vermiş olmasıdır. Yoksa, o zamanki şartlar içinde yeni yetişenleri tabiatın ısrarla çekmek istediği vahşi hayvani hayattan kurtarıp insanlığın bugün peşinde koştuğu yüce ideallere getirmek mümkün olmazdı.


1.3.2. Yazılı eserler

1.3.2.1. Köktürk yazısı ve yazıtları

Orta Asya Türk toplumlarının yazısı ve yazılı eserleri deyince, aklımıza ilk olarak Köktürk yazısı ve Orhun anıtları gelir. Gerçekten de Orhun yazıtları, yazılı Türk tarihinin en görkemli zirvelerinden, en parlak örneklerinden biridir. Ancak bu zirvenin uzun bir geçmişi olduğu veya olması gerektiği, hemen ilk akla gelenlerdendir. Köktürk yazısı ile yazılan bu anıtlar hem yazı hem de dil bakımından yüzyıllarca süren bir öngelişmenin olduğunu açıkça gösteriyor.
İçindeki değerli eşyalar dolayısıyla pek çoğu tarihin çeşitli dönemlerinde yağmalanmış olan eski Türk kurganlarında (mezar), Köktürk yazısı ile donatılmış birçok eşyalar bulunmaktadır. Bu açıdan M.Ö. 5. Veya 4. Yüzyıla ait olduğu tahmin edilen Kazakistan'daki Esik Kurganı bize iyi bir örnek vermektedir. Bu mezarda bulunan genç cesedin üzerindeki altın kaplama zırh, kemer ve gene altınla süslenmiş eyer, kama, kamçı sapı, ok ve yaylar; o zamanki Türk uygarlığının yüksek seviyesini gösterdiği gibi, bu eşyalar içinde bulunan bir çanaktaki Köktürk harfleriyle yazılmış bir cümle, bize bu yazının ve yazılı dilin ne kadar eskiye gittiği konusunda bir fikir vermektedir.

Öyle sanıyoruz ki, bu yazı milattan önceki bin yıllardan beri Türklerin kendi dillerine uygun olarak geliştirdikleri bir yazı idi. Milattan sonraki yıllarda daha fazla yaygınlık kazandı; bazı eşyaların üzerinden çıkıp taşlar üzerinde bazı tebliğlerin halka duyurulma vasıtası oldu.

Yazı ve taş, Türk tarihinde birbirine çok iyi uyum yapmışlardır; bütün tarihî yapılarımız kimliklerini taş üzerine yazılmış yazılarla göstermeye çalışmışlardır.

Orhun yazıtlarında bizi gene oldukça eski bir öngelişim olduğu fikrine götüren mükemmel bir yazı dili görüyoruz. Doğan Aksan'ın incelemelerine göre, dildeki ileri ögeler, sanatlı anlatım, renkli ve canlı imajlar, soyut kavramlar, eşanlamlılık, çok anlamlılık v.s. açılarından, gelişimi çok eskilere giden bir yazı dili ile karşı karşıyayız.

Köktürk yazısı ile ilk yazıtlar, 6. Yüzyılda Yenisey Kırgızlarına aittir. Ama bizim burada inceleyeceğimiz, her yönden bir zirve teşkil eden Orhun Yazıtlarıdır.

Orhun yazıtları üç tanedir: Költigin, Bilge Kağan ve Vezir Tonyukuk anıtları. Tonyukun Anıtı'nın 720-725 arasında, Költigin Anıtı'nın 732'de ve Bilge Kağan Anıtı'nın da 735'te dikildiği biliniyor. Bu anıtlar 38 harfli, sağdan sola, yukarıdan aşağıya doğru yazılan Köktürk harfleri ile yazılmış ve Damimarkalı V.L.P. Thomsen (1842-1927) tarafından okunmuştur.

Gerçi V.V. Barthold, Orta Asya kitabelerinin 7. Yüzyıldan ötelere götürülemediğini, alfabenin dışardan alınıp bazı yeni şekiller eklendiğni söylüyor, ama bizce, bu anıtlar çok işlek bir nesir üslubu, şiirsel bir dil ile, bir dil ve edebiyat harikasıdır. Hem de Şamanizme dair izlerin olmayıp Tanrı kavramı üzerine kurulmasıyla, hürriyet ve bağımsızlığı illemesiyle; devlet, millet, töre, tanrı, sevgi ve şevkatin konuştuğu cesur ve alp sesiyle; asaletten ziyade bilgeliğe ve erdemliliğe önem vermesiyle Türk tarihinin en görkemli eserlerinden birisidir.

Bu anıtlar devletin bir tarihi, sınırları, milletin yaşayışı ve daha sonraki hayatında hangi hususlara dikkat edileceği gibi hususlar üzerinde durur. Anıtların hepsi, Kağan'ın millete Tanrı tarafından gönderildiği, halkın ve beylerin kağanlarını bırakmamaları ve eğer bırakırlarsa başka milletlere köle olacakları, ölecekleri ihtar edilmektedir.

Kağan, Tanrı buyurduğu için "kağan oturmaktadır". Kağan bilgili olmalıdır; bilgisiz kağan kötü kağandır. Kağanın görevi milleti düzene sokmak, fakir milleti zengin, az milleti çok etmektir. Tanrı Költigin'in babasını kağan olarak görevlendirmiş; o da Türk milletini toplamış, yetiştirmiş, töreyi düzenleyip teşkilât getirmiştir. Kağan, Türk milleti için gece uyumamış, gündüz oturmamış, ölecek milleti diriltmiştir. Çevredeki bütün boyları kontrol altına almış, bu Türk boylarından karşı duranları yok etmiş, teslim olanları teslim alıp "millet" yapmıştır. Ama Çin milleti ile savaş veya barış esastır. Anıtların en büyük özelliği, barış dönemlerinde halkı ve beyleri Çin milletine karşı uyarmasıdır.
"... Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul olmuş, hanımlık kız evladı cariye olmuş."

"Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş (...) Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün! Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay Ormanına, Tögüldün ovasına konayım dersen, Türk milleti öleceksin!"

"Ötüken Ormanında oturursan, ebediyen il tutarak oturacaksın (...) o yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin!"

Buraya alınan kısa alıntılarda, anıtlar Türk milletinin en büyük düşmanına çok net bir şekilde işaret etmektedir. Burada bir saldırganlık yoktur, barış vardır. Milletin yurdunda oturması, birbiriyle iyi geçinmesi, yabancı tuzaklara düşmemesi ihtar edilmektedir.
""Türk, Oğuz beyleri, milleti, işit! Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun."

Burada son derece yüksek bir güven ve huzur duygusu vardır. Anıtlar zaten baştan başa millet, kardeş, arkadaş duyguları ile doludur.

Tonyukuk anıtında da, Çin'de doğmuş Türk vezir, Tanrı kendisine bilgi verdiği için, Kağanın bilicisi, yardımcısı olduğunu; milletin -Tanrının verdiği- Kağanı bırakmaması gerektiği, bırakırsa mahvolacağı, öleceği bildiriliyor.

Köktürk runik yazısı, uzmanlara göre piktografi (resim yazı) dönemini geçmiş, ama henüz alfabe dönemine ulaşmamış bir yazı sistemi idi. Çünkü 38 işaret bri piktogram için az, bir alfabe için çoktur; ayrıca bir ses için dört-beş işaret de alfabeye aykırıdır. Bu nedenle Köktürk yazısı, alfabe olmaya başlamış bir hece yazısıdır, denilebilir.

Köktürk yazısı ile, Köktürk devletinin yıkılmasından sonra da yazılmış kitabelere rastlanmaktadır. Bunlar arasında Yenisey kitabeleri sayılabilir. Ayrıca Doğu Türkistan'ın çeşitli terlerinde bulunmuş ve bu yazı ile yazılmış bir fal kitabına ("Irk Bitig") da rastlanmıştır.


1.3.2.2. Soğd ve Uygur yazıları

Soğd milleti, bugünkü Özbekistan'da yaşamış, çok yumuşak huylu, barış sever ve tüccar bir millet idi. Türklerin genelde iyi ilişkiler kurdukları, topraklarında ticaret yapmalarına izin verdikleri bu halk, Zerdüştlük, Maniheizm, Budizm ve Hıristiyanlık gibi çeşitli dinleri benimsemiş ve Orta Asya'daki ticaret kolonileri vasıtasıyla dillerini ve yazılarını Türk ülkelerinde de yaymışlardır. Özellikle Uygur hakanı Bögü Kağan'ın Mani dinine girip bunu devlet dini olarak kabul etmesinden sonra, Doğu Türkistan'da oldukça yayılan bir yazı biçimi, Soğd yazısı olmuştu. Köktürk devleti zamanında bile, gerek mektup gerek anıt taşlarda bu yazıya rastlanmaktadır.
Bugün artık hem millet hem de dil olarak ortadan kalkmış olan Soğdluların yazısı, Uygur alfabesinin kökenini teşkil etmiştir. Soğd yazısının işlek türünden çıkarılmış olan Uygur alfabesi, 8. Yüzyıla kadar yaygın ve oldukça yoğun bir şekilde kullanılmış ve -kökeni ayrı olmakla birlikte- tam bir Türk alfabesi özelliğini kazanmıştır.

Özellikle 9. Yüzyıl ortalarında Koço Uygur Hanlığı'nda yaygın olarak kullanılmaya başlanan Uygur yazısı, zamanla diğer Türk toplulukları arasında da yayılmış ve meselâ, Fatih Sultan Mehmet tarafından bile kullanılan (Orta Asya'ya gönderilen "Zafername"lerde) bir yazı olmuştur. 12. Yüzyıldan sonra Moğollar tarafından da kullanılmaya başlanan Uygur yazısı, Türklerin bin yıllık yazı sistemleri olmuştur.

Bu harflerle, ham yazma hem de basma tekniği ile birçok eserler yazılmış; dinî içerikli olmak üzere Çince, Sanskritçe, Toharca ve Soğdçadan Türkçeye tercüme edilen eserler de bu yazı ile yazılmıştır.

"Kutadgu Bilig" ve "Atabetü'l-Hakayık" gibi Orta Asya kültür tarihimize ait ana eserlerin en iyi nüshaları da, bu yazı ile yazılmış nüshalar idi.

Uygur yazısının kullanıldığı dönemde, Türklerde örgün eğitim çalışmalarının da başladığı görülmektedir. Özellikle Budist rahip ve propagandacıları yetiştirmek için kurulan Budist "vihara"larında, din esasları üzerine yazılmış kitaplar okunuyor, öğreniliyor ve halka öğretilmek için Türkçeye çevriliyordu. Bu harflerle bazı Uygur kitaplarının basıldığ da net olarak bilinmektedir. Bu bakımdan Uygur harfleri, Türk kültür tarihinin en görkemli özelliklerinden birini temsil eder.


1.3.2.3. Mani yazısı ve diğer yazılar

Mani dini, 762'de Bögü Kağan tarafından resmî devlet dini kabul edilince, Arami-Süryani alfabeleri karışımı Mani yazısı da Türkçe eserlerin basıldığı bir yazı haline geldi. Maniheist rahipler de, aynı Budist rahipler gibi, kendi dinlerini anlatan eserleri Türkçeye çevirmeye ve propaganda etmeye başladılar.
Böylece, din ve yazı birliği, özellikle bizim kültür tarihimiz açısından, belirgin olarak ortaya çıktı. Milletin kabul ettiği din kutsal metinlere dayandığı, söz olarak ortalarda durup bozulmaması istendiği için yazılı sistemlere dayanıyor, ve her din de ilkelerinin yanı sıra yazı biçimini de kutsallaştırıyor ve dini yazı ile birlikte yayıyordu.

Bu durumu, Ermeni alfabesinin Hıritiyan Türklerce, İbrani alfabesinin Yahudi olan Hazar Türklerince, Arap harflerinin de müslüman olan Türk boylarınca kullanılmasıyla açık olarak görmekteyiz.


1.3.3. Sanat çalışmaları ve eserleri

Orta Asya Türk toplumlarının gerek yarı göçebe gerek yerleşik kesimleri arasında, bu insanların zevklerini, dünya görüşlerini, ruh yüceliklerini anlatan yoğun bir sanat faaliyeti bulunuyordu.
Ev ve giyecek eşyası olarak en çok kullanılan madde hayvan dersis ve yün idi. Bunlardan yapılan eşya ve giyeceklerin içindeki zekâ unsuru, üstündeki süslemelerdeki zevk oldukça yüksek idi. Deri ve yün eşyalara çeşitli renklerde veya çeşitli maddelerden birçok süslemeler yapılıyordu.

Orta Asya Türk kültüründe birçok maden işlemeciliği örneklerine rastlıyoruz. Köktürklerin demirci bir millet olduğunu, efsaneleri de tarihleri de doğrulamaktadır. Türklerin demir ve diğer maddelerden yapılmış eşyalar üzerinde ne kadar mükemmel altın kaplama yaptıklarını da, M.Ö. 5. Ve 4. Yüzyıla tarihlendirilen Esik Kurganından çıkan eşyalar, çok mükemmel göstermektedir.

Resim ve heykelde, -gerçi Çin, Hint ve Helenistik Anadolu ve İran sanatlarının etkisi olmakla beraber- bir Orta Asya geleneği yaratılabilmişti. Çeşitli konuları işleyen duvar resimlerinde, daha sonraki minyatür sanatının da esasını teşkil edecek grafik tarzı kalın çizgi ve motiflerin ağır bastığı bir tarz ortaya çıkmıştır. Heykelde de daha ziyade balçık ve toprak kullanılarak bir gelenek yaratılmıştır. Heykelde bilhassa üç alanda büyük bir gelişme olmuştur: mezarlara konulan, değişik konulardaki küçük heykeller (Orta Asya'da milattan önceki yıllarda başlayan gelişmiş bir mezar taşları ve mezar-içi kültürü vardır), en iyi örneklerini Orhun anıtlarında gördüğümüz hükümdar heykelleri ve her bıyda binlerce Buda heykeli. Bilhassa Budizmin yayılması sırasında resim ve heykel, güçlü bir propaganda ve eğitim vasıtası olarak kullanılmıştır.

Saray, kale ve şehir yapımı, yerleşik hayata geçen Türk toplumlarında oldukça gelişmişti. Ancak bu alanda, özellikle Tapgaçlar döneminde yoğun bir Çin etkisi görülüyordu. Buna rağmen, Kansu ve Turfan yerleşik medeniyetlerinde yüksek bir maddî Türk kültürü ile karşı karşıyayız. Türk şehirciliğinin ve tapınak yapımının gelişmesinde, kendine has bir mimari geliştiren Budizmin de etkisi büyük olmuştur.

Orta Asya Türk toplumları arasında, orijinal müzik âletleriyle birlikte, son derece canlı bir müzik faaliyetinin ortaya çıktığını görüyoruz. Hem de halk müziğinin yanı sıra, ondan bazı işleniş tarzları ve âletler bakımından ayrılan askerî müzik ve saray müziği ile birlikte!..

Burada kısaca sözü edilen sanat çalışmalarını sürdürebilmek için, halkın bu yönde hazırlanması ve halk arasından seçilen yetenekli kişilerin bu yönde, geleneksel usta-çırak ilişkisi içinde olsa bile, eğitilmesi gerekiyordu. Sanat tarihçileri, bunun pek çok örneklerini göstermektedir.

Bilindiği gibi, yeryüzünde yaşayan insan toplulukları MÖ 10.000 ila 8.000 yıllarından itibaren hayvanları ve bitkileri "evcilleştirme"ye, onların üretimlerini düzenlemeye, onları "kültürleme"ye başlamışlardır.
Dünyada, insanların yoğun olarak yaşadığı bazı yörelerden başlayan insan medeniyetinin bu yücelişi, daha sonraki yıllar içinde çeşitli faktörler tarafından daha başka insan toplulukları arasında da yayılmıştır.

Çin, Hindistan, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu gibi medeniyetin beşiği olan bu yerlerden biri de, çok eski atalarımızın yaşadığı Orta Asya topraklarıdır.

Yaşamın bitki toplayıcılığı ve hayvan avcılığına dayandığı dönemlerde, insan grupları sürekli yer değiştirmek zorunda idiler. Daha sonra bazı hayvanların evcilleştirilmesi ve çevredeki diğer insan topluluklarının artması, bu tür göçleri sınırladı. Gerek evcil hayvanların sürekli dolaştırılma zorluğu gerek iklim şartları ve gerekse bazı ürünlerin doğal yollar dışında insanlar tarafından tarım yoluyla çoğaltılması, insanları yarı-yerleşik bir hayat yaşamaya zorladı. İşte, incelediğimiz dönemdeki Orta Asya Türk toplulukları bu tür bir yaşayış düzeni içinde idiler.

Orta Asya Türk toplumlarında gördüğümüz, artık her toplumun belirli bir "yurt" tutmaya başlamış olmaları idi. Bunun kesin töre ve geleneklerini en iyi şekilde yayla ve kışlak hayatı düzeninde görmekteyiz. Kültür tarihçileri, her toplumun nerede yazlayıp nerede kışlayacağının belli olduğunu; ayrıca buradaki çeşitli davranış biçimlerinde de bir kargaşanın değil, genelde sıkı bir düzen ve törenin egemen olduğunu bildirmektedirler.

Türkler, tarihlerinin büyük bir kısmında hayvancılık ve tarımı birlikte yürütmüşlerdir ve hâlâ da bu yapıdan tam olarak kurtulamamışlardır. Bu tür bir hayat iki yurt gerektiriyordu; kışın hayvanların ve insanların barınacağı nisbeten sağlam yapılarla korumalı ve tarım alanlarına yakın olarak kurulan "kışlak", yazın geçirildiği yüksek yerlerde hafif, sökülüp yapılabilir kontlarla oluşturulan yayla hayatı ("yazlık").

Kışlaklarda önceleri evler sağlam çadırlardan yapılıyordu. Bu tür yerleşim yerlerinin seçilmesi çok önemli idi. Kışın barınılan yerlerde de, hayvanların korunması ve beslenmesi için yapılan "ağıl"lar esaslı bir yer tutuyordu.

İnsanların, bir yıllık zaman periyodu içinde -tarihin akışına bakıldığında- giderek vakitlerinin çoğunu kışlaklarda geçirdiğini görüyoruz. Önceleri kışlaklar da çadırdan ve belirli yerlerde kurulup ve zamanı gelince sökülüp gidiliyordu. Ama vaktin daha çoğunun kışlaklarda geçmesi üzerine, buralara çadırdan değil taş ve topraktan evler yapılıp, geçici evlerin sadece yaylalara kurulduğu görülmektedir. Bu, Türk topluluklarının yavaş yavaş sürekli bir yurda ve yerleşik hayata geçmelerine neden olmuştur.

Yazın ovalardaki sıcaklığın artması ve otların kuruması, hayvan beslemeye ve süt ürünleri yapmaya alışmış toplumları daha serin ve otu bol olan yaylalara çıkmaya zorluyordu. İlkbaharın sonuna doğru başlayıp sonbahar sonlarına kadar devam eden yayla mevsiminde, hali vakti yerinde olan hemen herkes, kendi obasının yaylasına çıkıp orada yaşıyordu. Yayla olarak seçilen yerlerin esas özellikleri, otlağının bol ve sulak olması idi.

Her hayvanın yüz karakteristiği, insan yüzleri gibi, onları birbirlerinden ayırabilecek belirli çizgiler ve özellikler taşır. Buna rağmen koyun, keçi gibi sayısı çok olan sürülerde herkes kendi hayvanlarını özel bir işaretle ve genellikle kulaklarından damgalıyordu ("enemek"). Sığırlarda ve atlarda böyle bir işarete gerek kalmıyordu.

Meseleye eğitim açısından yaklaştığımızda, böyle bir sosyal yaşayışta şu özelliklerin belirgin olarak ortaya çıktığını görüyoruz:

Hayvancılığa dayalı bir geçim sürdüren toplumlarda, sürülerin bakılması ve beslenmesi, küçükbaş hayvanlar için "çobanlık" ve büyükbaş hayvanlar için "sığırtmaçlık" denen meslekleri ortaya çıkarmıştı. Bu meslekleri yapanlar genelde aile veya "boy" içinden bir kişi olduğu gibi, başka topluluklardan da olabiliyordu. Konu devlet örgütü düzeyinde ele alındığında, büyük beylerin ve kağanın sürüleri iyice kalifiye çobanlar tarafından otlatılıyordu.

Orta Asyadaki Türk topluluklarının sosyal yaşayışında hayvancılık uzun yıllar esaslı bir yer teşkil ettiği için, bunlar, hayvan yetiştirmede, terbiye etmede ve onların ürünlerinden işlenmiş bir şekilde faydalanmada büyük bir gelişme göstermişler ve hattâ bir "çobanlık kültürü" de geliştirmişlerdir. Türklerin bu husustaki uğraşılarını ve dikkatli gözlemlerini en iyi yansıtan belge, Türkçedeki bu alanla ilgili kelime, kavram ve sözlerdir.

Hayvancılıkla geçinen toplumlar, bütün zamanlarını harcadıkları bu hayvanların ürünlerinden de sonuna kadar faydalanmak istiyorlardı. İlk önceleri Türk toplumunun en çok ilgi gösterdiği hayvan at idi. Bunlar, bu yarı göçebe toplumlara büyük bir hareket kolaylığı sağladığı için, onların hayatında vazgeçilmez bir yer tutuyordu. Ayrıca bu hayvanların etinden ve sütünden de faydalanılıyordu. At eti ve at sütünden yapılan "kımız" adlı içecek, "asil" kişilerin baş yiyecek ve içecekleri arasında yer alıyordu. Önceleri yoksul halkın yiyeceği, giyeceği ve meşguliyetleri arasında yer alan koyun, sığı ve ördek, kaz gibi kümes hayvanları, yerleşik hayatın ağırlığına bağlı olarak daha sonraları önem kazanmıştır.

Bu hayvanların ürünlerinden yapılan kürkler, dokumalar, keçeler; yağ, peynir ve yoğurt başta olmak üzere birçok yiyecek; Türk insanının o zamanki zihnî çalışmasını ve çocuklarını yetiştirirken ne gibi incelikleri yaygın eğitim vasıtasıyla verdiği konusunda aydınlatıcı olabilir. Hayvanın yavrulatılması, hastalıklardan korunarak beslenmesi, kırkılması, kesilmesi, sütünün sağılması ve işlenmesi, hayvanın sütünün ve etinin çeşitli yemeklerde kullanılması... gibi konular bu husustaki geleneksel yetiştirmenin ana noktalarını teşkil etmiştir.

Orta Asyadaki Türk toplulukları sadece hayvancılıkla geçinen gruplar değildi. Kışlak hayatının gelişmesi ile, tarım da insanların ana meşguliyetlerinden biri olmuştur. Hem hayvancılık hem de tarım, Türklerin toprağı çok iyi tanımalarına imkân sağlamıştır. Hangi toprak parçalarının nasıl işleneceği, hangi ürünlerin hangi mevsimlerde ekilip dikileceği, hasat zamanları, hasat âletleri gibi konular üzerinde birçok gelişmeler olmuştu. Toprağı işleme, dinlendirme ve sulama usullerinin yanı sıra yetiştirilen bitkilere bakmak, Orta Asya Türk toplumları arasında tarımın nasıl bir gelişme gösterdiği hakkında açık bir fikir verebilir. Burada yetiştirilen bitkilerden bazıları şunlardır: arpa, buğday, burçak, çavdar, yulaf, darı, pirinç, mısır, kavun, karpuz, kabak, hıyar, acur, pancar, şalgam, turp, soğan, sarmısak, pırasa, bakla, bezelye, fasulye, mercimek, nohut, ıspanak, marul, pazı, hindiba, biber, susam, yonca, çayır v.s... Bu bitkilerin yanı sıra şu ağaçların ürünlerinden de faydalanılıyor ve bunların "kültürlenmesi" için çalışılıyordu: alıç, armut, alma, ayva, badem, ceviz, dut, erik, fındık, fıstık, kestane, hurma, iğde, incir, kayısı, zerdali, kızılcık, kiraz, vişne, muşmula, nar, şeftali, limon, portakal, turunç, üzüm, zeytin, palamut v.s...

Orta Asya Türk toplumlarının bu kadar çeşitli bitki ve ağaçların tarımını yapabilmeleri, onların iklimler arası çok çeşitli özellikleri olan topraklar üzerinde yaşadıklarını gösteriyordu. Bu ise, Türk insanına çok geniş bir hayat tecrübesi, dünya görüşü ve çevre hakkında bilgi sağlıyordu. Tarım ile uğraşan aileler de çocuklarına, elbette gene yaygın eğitim vasıtasıyla, bütün bu bitkilerin özellikleri, yetiştirilmesi, işlenerek yenilmesi ve pazarlanması ile bilgileri aktarıyorlardu.

İster hayvancılık isterse tarımla uğraşsın, Orta Asya Türk toplulukları içinde bu alanlarla ilgili yoğun ve ince bilgilere dayalı gayet yoğun bir yaygın eğitim çalışması yapılıyordu.


1.1.2. Yerleşik şehir ve kasaba hayatı

İnsanlık tarihinde yüksek kültürlerin kaynağı tarım bölgelerinde ve şehirlerdeki sosyal yaşayış olmuştur. Orta Asya Türk topluluklarına bu açıdan yaklaşıldığında, oradaki insanların çok yüksek bir tarım, ticaret ve şehir hayatına sahip oldukları görülmektedir. Bu bakımdan, müslümanlıktan önceki Orta Asya Türklerinini tamamen göçebe oldukları şeklindeki yaygın kanaat yanlıştır.
Orta Asyadaki Türk topluluklarının önemli bir kısmı ticaret yolları üzerinde, tarım açısından verimli vadilerde çok eskiden beri şehirler ve kasabalar kurmuşlar, buralarda çok yüksek bir yerleşik kültür geliştirmişlerdir. Buralarda kurulan devletlerin hemen hepsi de önemli şehirler ve tarım bölgelerini ele geçirmeye çalışmışlar, bu uğurda savaş vermişlerdir. Zaten, tamamen göçebe toplumların yüksek teşkilâtlı bir devlet kurup bunu uzun süre devam ettirmelerini beklemek yanlıştır. Tarihteki hemen bütün büyük devletler, göçebe toplumlar tarafından kurulsa bile, büyük şehirlere ve yerleşik halka dayanmışlardır.

Aile düzeni ve ev hayatı Türk toplumlarında çok önemli idi. Aile kuruluşunu bile "evlenmek" olarak adlandıran bir toplumda, yerleşikliğin ana simgesi olan "ev" temel bir yer tutuyordu. İnsanın hayattaki esas amaçlarından biri "ev-bark sahibi olmak" olarak adlandırılıyordu.

Orta Asya Türk toplulukları ev inşa tekniklerinde, ev planlarında büyük gelişmeler sağlamış; ahır, ağıl, kümes, samanlık gibi kendi hayatına yardımcı olan unsurları evden uygun bir uzaklığa yerleştirdiği gibi, mutfak, hamamlık gibi kısımları da ev içine uygun bir şekilde yerleştirmişti. Ayrıca evin iç düzenlemesinde, döşenmesinde de birçok orijinal karakteristikler geliştirilmişti.

Türkler, ilkönceleri genel olarak şehirlere ve özellikle etrafı surlarla çevrilmiş şehirlere "balık" diyorlardı. "Beşbalık", "Ordubalık", "Baybalık" gibi başşehirler, bu deyişe verilebilecek bazı örneklerdir. O zamanlar, köy ve kasaba mahiyetindeki yerleşim yerlerine de "uluş" deniyordu. Şehir karşılığında daha sonra -Soğdçadan geçme- "kend" sözcüğü kullanılmaya başlanmış; "Yarkend", "Taşkend", "Semizkend" (Semerkant) örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehirler bu adlarla adlandırımaya başlanmıştır. "Şehir" kelimesi de "şahar" ve "şar" şekillerinde Türkçede büyük yerleşim yeri olarak kullanılmıştır; "Karaşar" şehri de buna örnektir. Türk hakanının oturduğu şehire de "ordu" deniyordu.

Devletler kurarak Orta Asya topraklarına uzun yıllar egemen olan Türk topluluklarının, birçoğu kalıntı şekline dönüşmüş ve bir kısmı hâlâ yaşayan şehirlerine baktığımızda, buralarda nasıl canlı bir yerleşik hayat olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Tarımla, ticaretle, çeşitli el sanatlarıyla geçinen binlerce insanın yaşadığı Orta Asya Türk şehirlerinden, yukarıda verilen örneklere ek olarak verilebilecek bazıları şunlardır: Balasagun, Ötügen, Altındağ, Barköl, Kuça, Loulan, Aksu, Kaşgar, Hotan, Turfan, Buhara...

Doğu Türkistan'daki Beşbalık ve Koça ile Uç Turpan şehirleri hem Türk devletlerinin başşehirleri hem de sanat, ticaret ve Budist kültür merkezleri idiler. Batı Türk kağanlığının merkezleri ise Karaşehir ve Kuça idi. Buralarda da birçok Budist külliyeleri bulunuyordu. Gene Batı Kağanlığına bağlı olan Hotan (Ordu-kend) ve Kaşgar da Türk medeniyet merkezleri idiler. Doğu Türkistan'daki Kansu ve ona yakın şehirler bazen Çin bazen Türk egemenliğinde, ama Türk karakteri taşıyan şehirlerdi. Batı Türkistandaki Fergânâ, Suyâb, Taraz, Çul, Sarıg, Sukuluk, Sayram, Yangıkend, Aktepe, Uşrûsana, Pencîkend, Baykend, Kunduz ve Belh gibi sayısız şehirlerde, Türk insanlar yerleşik hayatın gerektirdiği sosyal yaşayış kurallarını, toplum düzenini, sosyal kurumları, sanatı, zenaatı, ticareti v.s. ile yoğun bir yaygın eğitim ve dinî kurumlarda da örgün eğitim çalışması içinde idiler.


1.1.3. Müslümanlığı kabul etmeden önce Türk topluluklarının dinî inançları

Türklerin ilk dinî inançları M.Ö. 1000 yıllarından itibaren gelişmekte olan gök ve yer tanrıları ile atalar dini idi. Daha sonraki Çin uygarlığının gelişmesinde de esas rolü oynayacak bu kozmolojik görüşlere "üniversalizm" denmiştir. Üniversalist kozmolojiye göre, evranin başlıca iki ilkesi gök ve yer idi. Bu diktomik (iki ilkeli) kozmolojiye göre, iki unsur değişik oranlarda kaynaşarak ateş, ağaç, su, toprak ve madenden ibaret olan beş unsuru; bu unsurlar da değişik oranlarda kaynaşarak evrendeki bütün varlıkları meydana getiriyorlardı. Türkler, gökkubbenin tam altında ve evrenin merkezinde oturuyodu. Hakan, gök tanrısından ve atalardan "kut" almış, onların yeryüzündeki temsilcisi kişi idi.
Üniversalizm denen bu dünya görüşü, Çin'de bir yandan Taoizmi öte yandan Konfüçyüs felsefesini geliştirdi. Türklerde ise, özellikle Kağan, bu inançlara dayanarak kendisini kutsallaştırıyor, halk kitlelerinini (kara budun) kendisine bağlanmasını sağlıyordu.

Gök tanrıya önem veren bu inançlar Türkler arasında yıldızlara dayalı inançların gelişmesine de yardım etti. Bunlardan birisi, yakın doğudaki gök dinlerinden Hermetizm mensupları olan Şamanlar, diğeri gene göksel tapınmaların ağırlıkta olduğu Mani dini idi. Yıldızlara ve güneşe tapma, yeryüzündeki hayatı buna göre düzenleme Orta Asya Türk toplumları arasında oldukça yaygın idi.

Ancak İslâmiyet öncesi dönemde Orta Asya Türk topluluklarının dinini "Şamanizm" olarak nitelemek yanlıştır. Ancak atalarının ruhlarına saygı göstermek isteyen toplulukların törenleri, genellikle "kam" adı verilen kişiler tarafından, özel bir takım âletler ve hareketlerle halk heyecanlandırılarak ve psikolojik yönden etkilenerek yönetilmekte idi.

İslâmiyetten önce, Türk topluluklarını yazılı medeniyete doğru çeken iki büyük dinî akım vardı. Bunlar Maniheizm ve Budizm idi.

İran kökenli olan Mani dini inancı, evrende birbirine düşman olan ışık ve ateşle (iyilik) karanlık ve maddenin (kötülük) sürekli savaş ettiğini savunuyordu. Bu savaşta insan da maddî varlığından, maddî şahsiyetinden vazgeçmelidir. Karanlık ve kötülüğe neden olacağı için çocukların da olmaması gerekir. Mani inançları Bögü Kağan ve sülâlesi tarafından benimsenmiş; bir saray dini olarak kalmasına rağmen, resmî ve yazılı kaynaklar alanında zengin bir kültür mirası bırakmıştır.

Orta Asyadaki Türk boylarından bir kısmı yarı göçebe bir hayatı devam ettirirken; Kagınılı, Köktürk, Tarduş, Kengeres gibi boylar, Kuzey Çin ve Kansu'daki Hun merkezlerinde, Türkistan'da, Kuşân etkileri altında birçok Türk grupları yerleşik medeniyete iyice alışıyorlar ve Budizm buralardaki topluluklar arasında hızla yayılıyordu.

Budizm, Uluğ-kölüngü mezhebi yoluyla ve bir "Türk Budizmi" şeklinde, Orta Asya'da İslâmiyet öncesinde en çok yayılan din oldu. Gerek Mani inançları gerek Budizm, Türk hakanlarını gene yüksek bir mevkiye çıkardığı için, hükümdarlar tarafından resmî din olarak kabul ediliyordu. Bu arada Budist ilkeleri anlatan "Sutrâ"lar Türkçeye çevirtiliyor, Burkan heykelleri ve dinî yazmalar için yüksek tapınaklar yaptırılıyordu.

Nepal'dan yayılan Budizm, İran'dan gelen inançların nedeniyle Batı Türkistan'da fazla yayılamamış, ama Doğu Türkistan'da hızla yayılmış ve buradaki kültürlere damgasını vurmuştur. Hotan, Miran, Tumuşk ve Kuça'daki "vihara"larda (Budist manastırları) yetişen rahipler, eski Türk üniversalizminden de izler taşıyan Uluğ-kölüngü (Ulu Kağnı) mezhebini geliştirmişlerdir. Bu mezhebin inançları Doğu Türkistan sanat ve edebiyatına berrak bir şekilde yansımıştır.

Burada dikkat edilmesi gereken, Hun ve Tabgaç toplumlarında Budizmi etkileyecek, yönlendirecek kadar "aydın" din adamlarının yetişmesidir.

Orta Asya Türk toplumları arasında örgün eğitim denilebilecek ilk çalışmalar, Budist kültür merkezlerindeki manastırlarda ("vihara") ortaya çıkmış; buralarda gençler teorik ve pratik olarak Budizm ilkelerine göre yetiştirilmiş ve daha sonra propagandacı olarak çeşitli yerlere gönderilmiştir. Bu dine giren Türk hükümdarları da geniş kütüphanelere sahip olmakla, sanatı korumakla tanınmış "âlim" kişiler idi.

Bu bize, İslâmiyet öncesi dönemde Orta Asya Türk toplumları arasında yaygın bir bilim, sanat ve kültür faaliyetinin olduğunu, örgün ve yaygın esasta yoğun bir eğitim çalışmasının sürdürüldüğünü göstermektedir.

Budist kültür merkezleri Göktürklerden önce Hunlar zamanında Orta Asyanın önemli yerleşim yerlerine dağılmışlardı. Tabgaçlar da Kansu'da Hunları mağlup ettiklerinde, onların hizmetindeki sanatçı rahipleri ("toyın") kendi illerine götürmüşlerdi.

Göktürkler ve Kangılı boyları 5. Yüzyıldan itibaren Budizme girmeye başladılar. Budizmin buradaki yayılması da saraylar vasıtasıyla oldu. Uygurlarda ise Budizm, sosyal hayatın hemen her alanına damgasını vurmuştu.

Budizm sadece savunduğu dünya ve veren görüşü açısından değil, siyasî açıdan da Türk hakanları tarafından benimsenen bir görüş oluyordu. Türkler, Konfüçyüsçü ve Taocu görüşleri benimsemekten çekiniyorlardı; çünkü bu, Çin yayılmacığının bir vasıtası haline gelebilirdi. Zerdüşt dinini ve Hıristiyanlığı da İran ve Bizans yayılmacılığının vasıtası olabileceğinden dolayı benimsemiyorlardı. Hazar Türklerinin Museviliği kabul etmesi, aynı şekilde din vasıtasıyla siyasî yayılmaya karşı çıkma düşüncelerinden dolayı idi. Bunun gibi, Hindistan'dan gelen Budizmde herhangi bir siyasî amaç görmemiş olabilirlerdi.

Ancak tarihî buluntular ve metinler, İslâmiyet oluşmadan önce Orta Asya Türk toplumları arasında Hıristiyanlığın da Köktürklerden itibaren saraylarda ve şehirlerde yayıldığını gösteriyor. Ancak müslümanlığın gelmesi, Türk toplumları içindeki din propagandalarını ve yayılma hesaplarını altüst etmiştir.


1.2. Siyasî teşkilâtlanmalar

Türklerin, tarihe geçmiş siyasî örgütlenmeleri milattan önceki 1000 yıllara kadar uzanıyor mama, M.Ö. 200'li yıllarda Japon Denizi'nden Hazar'a, Himalayalardan Sibirya buzullarına kadar uzanan topraklarda büyük imparatorluk kurmuş olmalarına bakarak, daha önce zengin bir devlet teşkilâtı tecrübelerinin olduğu kabul edilmelidir.
Orta Asyanın toplumsal yapısı Türkler, Moğollar, Tunguzlar gibi üç millet ve bu milletlerin birçok şekillerde yerleştikleri bir toplumsal düzen idi. Büyük arazi parçaları üzerinde yerleşik ve yarı göçebe gruplardan oluşan bu yapının yanı sıra, gayet yoğun bir nüfusa sahip ve yerleşik düzendeki Çin devleti, kuzeyde buzullar ve güneyde yüksek dağ silsilesi şeklinde coğrafî sınırlamalar, çekici kültür hareketleri ve verimli toprakların Batıda olmasından dolayı yüzünü Batıya dönmüş İranlılar o zamanki Orta Asya'nın ana karakteristiklerini meydana getiriyordu.

M.Ö. 220'lerde kurulmuş olan Büyük Hun İmparatorluğu'ndan önce Türkler yarı göçebe toplumları düzenleyen, örgütleyen birçok devletler kurmuşlardı. Yoksa Hunların yüzyıllar süren bir devlet geleneği ile devlet yönetmeleri mümkün olmazdı.

Orta Asya Türk devletleri, kabile yaşayışını devlet örgütü içinde topluyordu. Önemli olan, bütün boyların liderlerini belli bir hakana bağlamak, belli bir devlet düzeni içine çekmek idi. Şöyle veya böyle, Orta Asya'daki Moğol, Türk ve Tunguz boylarının genelde devlet teşkilâtı içinde düzene kondukları görülüyor.

Ancak tarih boyunca Çinlilerle devamlı bir mücâdele sürüyor. Çinliler boylar arasındaki küçük çekişmelerden faydalanarak ve kültürel etkilemeler yönüyle Türk devletlerini zayıflatmaya, yıkmaya çalışırlarken, Türk devletlerinin de sürekli akınlarla Çini devamlı rahatsız ettikleri ve onları bir "set" yapmaya mecbur ettiklerini görüyoruz.

Orta Asyadaki devletleri genelde geniş topraklara yayılmış küçük boylar engelleyemiyor. Burada kurulan devletleri doğuda Japon Denizi, kuzeyde Sibirya buzulları, batıda Ural Dağları ve Hazar Denizi, güneyde ise Himalayalar ancak durdurabiliyor. Bu doğal engellerin yanı sıra güneydoğuda yoğun bir nüfüsa, güçlü bir kültüre, teknoloji ve devlet teşkilâtına sahip Çin devleti ile güneybatıda gene köklü bir kültür ve devlet geleneğine sahip İran devleti engelliyor.

Türk devletleri bir taraftan birbirlerinden küçük dil, din, gelenek fartklılıkları olan bir çok "boy"un "konfederasyonuna" dayandığı için; diğer taraftan doğu ve batı (Çin ve İran, Bizans) kültür ve uygarlıkları arasındaki ticaret yolu üzerinde bulunduğundan dolayı, inanç ve geleneklerde geniş hoşgörü gösteren devletler idiler. Türkler hem Orta Asyada iken hem de Anadolu'ya yerleştikten sonra, devamlı olarak doğu ve batı medeniyetleri arasında bir köprü görevi görmüşlerdir. Türk devlet teşkilâtının başında "yabgu", "kağan", "han" (daha sonra da "sultan" ve "padişah") adlı, soy olarak asil bir yönetici bulunurdu. Devlet başkanlığının ya babadan oğula ya da yakın akrabalar arasında geçtiği görülmektedir. Bu gelenek daha sonra da devam etmiş, ancak Cumhuriyet döneminde meclisin seçimine bırakılmıştır.

Devlet başkanlığı gibi, ordu komutanlıkları da soy takip ediyordu. Çeşitli boyların liderlerinden oluşan Büyük Kurultay, devlet yönetiminde oldukça etken olabiliyordu. Bu nedenle bazı tarihçiler, Türk devletlerini bir "konfederasyon" gibi görüyorlardı. Bunlar, çeşitli Türk boylarının bir boyun egemenliğini kabul ettiği devletler idi. Öyle ki Hunlar ve Avarlar, Orta Asyadaki iktidar mücâdelesini kaybettikten sonra, büyük gruplar halinde Karadeniz'in kuzeyinden Avrupa'ya geçmişler ve devletlerini orada sürdürmüşlerdi.

Orta Asya Türk devletlerinde, imparatora her zaman kutsal bir yer veriliyor, ama gene de devlet yönetiminde tek kişinin hâkimiyeti olmuyordu. İmparatorluk merkez, doğu, batı ve daha başka şekillerde kısımlara ayrılıyor; bir tanesi hâkim kısım olsa bile, diğer kısımların iç işlerinde bağımsız ayrı yöneticileri oluyordu. Devleti kısımlara ayırarak oralara genç şehzadeleri veya tahta yakın kişileri yönetici olarak gönderme, o zamanki iletişim vasıtaları ve toprakların genişliği açısından belki bir zaruret olarak ortaya çıkıyor, ama aynı zamanda devletin de en zayıf noktalarını oluşturuyordu.

Orta Asya Türk devletleri yalnızca askerî güce dayanan çapulcu devletler değildi. Öncelikle hareketli topluluklar arasında âdilce bir düzen kurmaya çalışan, yerleşik toplumların tarım, ticaret ve el sanatlarının serbestçe gelişmesini garanti eden, kervan konaklama yerleri, büyük sulama sistemleri yaptıran devletler idi.

Askerî birlikler genellikle atı idi. Atlı birlikler, seyrek bir yerleşim düzenine sahip bir devletin düzenini sağlamaya uygundu ve genellikle piyadelerden meydana gelen kalabalık Çin ordularına karşı en iyi savunma ve hücum ordusu idi. Nüfusu az olan Türk devletlerinin, yayalardan meydana gelen bir ordu ile Çin'e karşı koyması, geniş Orta Asya topraklarında hızlı hareket etmesi ve rahatça manevralar yapabilmesi, dahası böyle bir kara ordusunu sürekli görev başında tutması imkânsız idi.

Türk devletlerinin içindeki boylardan bazılarının çeşitli faktörler karşısında zayıflaması, bazısının giderek kuvvet kazanması zamanla çeşitli iktidar mücâdelelerine neden oluyor; Orta Asya Türk boylarının koruyuculuğunu ve düzenini, kendisini aynı ölçüde asil sayan başka Türk boyları üstleniyordu. Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar v.s. arasındaki mücâdele ancak böyle yorumlanabilir.

İslâmiyet öncesi dönemde Çin, Orta Asya, İran ve Akdeniz havzasında büyük devletlerin yer aldığı görülüyor. Bu devletlerin çağdaşı, bu devletlerle boy ölçüşen Türk devletlerinin kaba, ganimetçi, zorba devletler olmadığı; bilakis Orhun yazıtlarında görüldüğü şekliyle millî birlik bilincine dayalı, Bilge Tonyukuk gibi gerçekten "bilge" vezirleri olan, paralı ve yabancı askerler bulundurmayıp saf millî ordulara sahip, üzerinde birçok tarım, ticaret ve kültür merkezleri bulunan medenî devletler olduğu ortaya çıkar.

Milattan sonraki 700'lü yıllardan sonra Orta Asya Türk devletlerinde millî yönetim yerine dinî yönetimin ağırlık kazanmaya başladığını görüyoruz. Bir taraftan müslümanların Suriye ve İran'a girmeleriyle buralardaki Hıristiyan ve Maniheist din adamlarının Orta Asya içlerine gitmeleri, bir taraftan Budist rahiplerin propagandalarının artması ve bir başka taraftan Moğolların Kırgızları, Kırgızların Türkleri batıya sürmesiyle Türkistan'da sıkışan ve yoğunlaşan nüfus, insanlar arası düzeni sağlamada dini de bir faktör olarak ortaya çıkarmıştır.

Devlet yönetiminde dinî hürriyet havasının sürmesine rağmen Uygurlarda Mani dinini 177 yıl boyunca devlet dini olarak görüyoruz. Sarı Uygurlarda Budizm gene devlet dini düzeyinde idi. 940'tan sonra Karahanlı devletinde de müslümanlık devlet dini haline geliyor ve Türk devlet geleneğinde din en önemli faktör olmaya başlıyor.


1.3. Kültürel Yaşayış

1.3.1. Türklerin varlık bilinci üzerine destan ve efsaneler

Türklerin, milattan önceki yıllardan beri bir yazı sistemine sahip oldukları anlaşılıyor. Ama gene de bu yazı yüksek tabakalar arasında oldukça yüksek işler için kullanılmış, halk arasında çok yayılmamıştı. Türklerin milattan önceki ve milat yıllarındaki hayat görüşleri, varlık biliçleri hakkında bazı destanlar ve efsaneler vardır ve bunlar da Çin ve İran kaynaklarından öğrenilmektedir.
Türklerin en eski destan veya efsanelerinden biri, M.Ö. 7. Yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Alp Er Tunga'ya aittir. Divân-ı Lûgati't-Türk'te ve Şehname'de bazı kısımları geçen bu destana göre, Saka Türklerinin devlet başkanı Alp Er Tunga, Çin'den Anadolu içlerine kadar uzanan bir devlet kurmuştu. Çinlilerden ve Türklerden meydana gelen muazzam bir ordu ile her yeri titretiyordu. Nihayet, İranlılar tarafından Azerbaycan'da kuşatılarak öldürüldü.

Gene Saka Türklerine ait olan Şu efsanesi de M.Ö. 4. Yüzyılda yaşamış bir Saka hükümdarını ve Türklerin Büyük İskender'i yenip geri çevrimesini anlatmaktadır.

Bundan sonra, daha yakın zamanlara ait olduğu tahmin edilen büyük Türk destanları devri gelmektedir. Bunlardan biri, değişik düzenlenişleri olan ve İslâmiyetten sonra "islâmişerek" devam eden Oğuz Kağan destanıdır.

Oguz Kağan destanının, Hun hükümdarı Mete'nin adı ve faaliyetleri etrafında geliştirilmiş bir destan olduğu sanılmaktadır. Türklerin hayat görüşünü ve karakterini en iyi anlatan destanlardan biridir. Burada bir insanın amacının sadece Tanrıya boyun eğen ve yalvaran, onun dışında bahadır ve iyi bir kişi olmak şeklinde gösterildiğini okuyoruz. Oğuz Kağan, Göktanrı'nın oğludur; Tanrı tarafından yönlendirilmekte ve korunmaktadır. Evleneceği zaman da önce Göktanrı'dan eş istemiş; gökten inen bir ışık ona eş olmuş; Gün, Ay, Yıldız adlı oğulları bu ışık anneden olmuştur. Daha sonra Yertanrı'nın verdiği eş ile evlenmiş, bundan da Gök, Dağ ve Deniz adlı oğulları doğmuştur. Burada hem Yer hem de Göktanrı'nın verdiği eşler ile, eski Türklerde iki eş ile evlenme motifine rastlanmaktadır. Ancak Orta Asya Türk toplumlarında genellikle tek eşle evlenmenin hâkim olduğu bilinmektedir.

Oğuz Kağan destanında daha sonra bir Bozkurtun yol göstericiliğini görüyoruz. Daha sonra Türeyiş destanında da görülecek olan bu motif, Türk destanlarının en karakteristik yönlerinden biridir. Oğuz Kağan destanında, bir bozkurt ordunun önünde onu kuzeye, batıya ve güneye değişik ülkelere sefere götürmekte ve muzaffer kılmaktadır.

Oğuz Kağan destanında işlenen temalardan bir başkası, devlet yönetiminde asil hağana yardım eden bir bilge vezir tipidir. Burada Uluğ-Türk adlı vezirin Kağan üzerinde çok etkili olduğunu görüyoruz. Vezirin yanı sıra Devlet yönetiminde önemli kararlar verilirken Ulu Kurultay'ın toplanması, hattâ bu toplantıya halkın da davet edilmesi destanda yer almaktadır.

Osmanlılara kadar, Türk devletlerinin en önemli kusurlarından biri olarak gördüğümüz, ülkeyi oğullar arasında paylaştırma özelliği de destanın son kısmında yer almaktadır.

Türklerin Bozkurttan türediğine dair efsane ve destanlardan iki tanesi, özellikle yaygındır. Bunlar Türeyiş ve Bozkurt destanlarıdır. Türeyiş destanına göre, Tanrı Bozkurt şeklinde yere inmekte, burada Türk Hakanının kimseye vermeye kıyamadığı güzel kızları ile evlenmekte ve bu evlilikten 9 Oğuz ve 10 Uygur doğmaktadır. Bu nedenle Dokuz Oğuzlarla On Uygurların bozkurt ruhu taşıdıkları rivayet edilmektedir.

Bozkurt destanında ise, Türkler bir savaşta yenilmekte, bütün halk çoluk-çocuk kılıçtan geçirilmekte, sadece yaralı bir delikanlı kurtulmaktadır. Bu yaralı delikanlıyı bir dişi Bozkurt bulup iyileştirmekte ve daha sonra bu delikanlının kurt ile birleşmesinden bütün Türkler üremektedir.

Kurt, veya daha belirgin şekli ile Bozkurt; Oğuz, Ergenekon ve Göç destanlarının bazı söylenişlerinde de hep bir ata, bir kılavuz veya kurtarıcı, hâsılı göksel bir unsur olarak hep yer almaktadır.

İslâm öncesi Türk toplumlarında yaygın bir başka Türeyiş destanına göre ise, bir ağaca gökten mavi bir ışık inmekte; ağaç gövdesindeki bu ışıktan çocuklar doğmakta ve bunlardan en yeteneklisi ve akıllısı Türk hakanı olarak seçilmektedir.

Orta Asya Türk toplumlarının destanları arasında, burada zikredilmesi gereken iki tanesi daha vardır: Ergenekon ve Göç destanları.

Ergenekon destanı, Göktürklerin menşeini anlatmaktadır. Düşmanların çeşitli hileleri ile yenilen Türkler gene toplu bir kıyımdan geçiriliyorlar, kalanlar ise esir ediliyor. Esir kampından Kayı ve Dokuz Oğuz, aileleri ile birlikte kaçıyor; "Ergenekon" adlı bir yerde, yüce dağların arasında herkesten uzak 400 yıl kalıyorlar. Burada çoğalıyorlar. Artık bu yer kendilerine dar gelmeye başlayınca Kurultay'ı topluyorlar ve bu sahadan çıkmaya karar veriyorlar. Bir demircinin öğüdü üzerine odun, kömür ve körüklerle çıkış yolunu kapatan bir demir dağı eriterek tekrar diğer toplulukları egemenlikleri altına alıyorlar. Daha sonra da Türkler arasında bu demiri eritme günü kutsal bir gün olarak törenlerle kutlanıyor.

Göç destanında ise, devletin saadeti, milletin birliği bir dağa, daha doğrusu büyükçe bir kayaya bağlı gösteriliyor. Ancak daha sonra Çinlilerden alınan bir gelin karşılığında bu kayanın onlara verildiği; onların da bu kayayı parçalayarak Çin'e götürmelerinden sonra ülkede ölümlerin, kıtlıkların, kıranların eksik olmadığı, milletin birliğinin bozulduğu ve bu yerlerden göç edilip Beşbalık yöresinde yeni bir devlet kurulması işlenmektedir.

Burada kısaca söz etmeye çalıştığımız, İslâmiyet öncesi Türk destanlarında, Orta Asya Türk toplumlarının yaratılış efsaneleri, çoğalmaları, karşılaştıkları acılı ve mutlu olaylar, toplum ve devlet hayatında önde tutulan erdemler, dikkat edilecek hususlar sembolleştirilerek mükemmel bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Bu şekli ile de, destanlar ve efsaneler bir toplumun ve o toplum içinde yaşayan bireylerin benliklerinin oluşmasında, günlük olaylar karşısındaki vaziyet alışlarının ve tutumlarının şekillenmesinde, ana hayat çizgilerinini belirlenip şekillenmesinde, ana hayat çizgilerinini belirlenip izlenmesinde esaslı bir rol oynamaktadır.

Burada değerlendirilmesi yapılamayan diğer folklorik unsurlarla birlikte, Orta Asya Türk toplumları arasında yoğun, tutarlı ve şahsiyetli bir yaygın eğitim çalışması olduğu söylenebilir.

Türk destanlarındaki kurt, geyik gibi bazı hayvanlar, bir ağaç, bir dağ, gökten inen bir mavi ışık sadece totemler ve dinî kültlerle izah edilemez. Bu şekildeki "sistemleştirmeler" belki bir izahtır, ama esas gerçeği tüm yönleriyle ele alıp anlatmadan ve iknadan uzak tek taraflı açıklamalardır. Bu simgeler sadece dinî değildir; insan ruhunun yüceliklerini gösteren, tabiata ve diğer insanlara bakış açısını, devlet ve düzen anlayışını, gelecek ümit, inanç ve beklentilerini gösteren çok yönlü, çok anlamlı simgelerdir. Bizim için, örgün eğitimin olmadığı dönemlerde bunlar insanlara birçok örnek davranış biçimleri ve birçok günlük hayat çalışmalarına rağmen, arkasından gidecekleri yüksek idealler vermiş olmasıdır. Yoksa, o zamanki şartlar içinde yeni yetişenleri tabiatın ısrarla çekmek istediği vahşi hayvani hayattan kurtarıp insanlığın bugün peşinde koştuğu yüce ideallere getirmek mümkün olmazdı.


1.3.2. Yazılı eserler

1.3.2.1. Köktürk yazısı ve yazıtları

Orta Asya Türk toplumlarının yazısı ve yazılı eserleri deyince, aklımıza ilk olarak Köktürk yazısı ve Orhun anıtları gelir. Gerçekten de Orhun yazıtları, yazılı Türk tarihinin en görkemli zirvelerinden, en parlak örneklerinden biridir. Ancak bu zirvenin uzun bir geçmişi olduğu veya olması gerektiği, hemen ilk akla gelenlerdendir. Köktürk yazısı ile yazılan bu anıtlar hem yazı hem de dil bakımından yüzyıllarca süren bir öngelişmenin olduğunu açıkça gösteriyor.
İçindeki değerli eşyalar dolayısıyla pek çoğu tarihin çeşitli dönemlerinde yağmalanmış olan eski Türk kurganlarında (mezar), Köktürk yazısı ile donatılmış birçok eşyalar bulunmaktadır. Bu açıdan M.Ö. 5. Veya 4. Yüzyıla ait olduğu tahmin edilen Kazakistan'daki Esik Kurganı bize iyi bir örnek vermektedir. Bu mezarda bulunan genç cesedin üzerindeki altın kaplama zırh, kemer ve gene altınla süslenmiş eyer, kama, kamçı sapı, ok ve yaylar; o zamanki Türk uygarlığının yüksek seviyesini gösterdiği gibi, bu eşyalar içinde bulunan bir çanaktaki Köktürk harfleriyle yazılmış bir cümle, bize bu yazının ve yazılı dilin ne kadar eskiye gittiği konusunda bir fikir vermektedir.

Öyle sanıyoruz ki, bu yazı milattan önceki bin yıllardan beri Türklerin kendi dillerine uygun olarak geliştirdikleri bir yazı idi. Milattan sonraki yıllarda daha fazla yaygınlık kazandı; bazı eşyaların üzerinden çıkıp taşlar üzerinde bazı tebliğlerin halka duyurulma vasıtası oldu.

Yazı ve taş, Türk tarihinde birbirine çok iyi uyum yapmışlardır; bütün tarihî yapılarımız kimliklerini taş üzerine yazılmış yazılarla göstermeye çalışmışlardır.

Orhun yazıtlarında bizi gene oldukça eski bir öngelişim olduğu fikrine götüren mükemmel bir yazı dili görüyoruz. Doğan Aksan'ın incelemelerine göre, dildeki ileri ögeler, sanatlı anlatım, renkli ve canlı imajlar, soyut kavramlar, eşanlamlılık, çok anlamlılık v.s. açılarından, gelişimi çok eskilere giden bir yazı dili ile karşı karşıyayız.

Köktürk yazısı ile ilk yazıtlar, 6. Yüzyılda Yenisey Kırgızlarına aittir. Ama bizim burada inceleyeceğimiz, her yönden bir zirve teşkil eden Orhun Yazıtlarıdır.

Orhun yazıtları üç tanedir: Költigin, Bilge Kağan ve Vezir Tonyukuk anıtları. Tonyukun Anıtı'nın 720-725 arasında, Költigin Anıtı'nın 732'de ve Bilge Kağan Anıtı'nın da 735'te dikildiği biliniyor. Bu anıtlar 38 harfli, sağdan sola, yukarıdan aşağıya doğru yazılan Köktürk harfleri ile yazılmış ve Damimarkalı V.L.P. Thomsen (1842-1927) tarafından okunmuştur.

Gerçi V.V. Barthold, Orta Asya kitabelerinin 7. Yüzyıldan ötelere götürülemediğini, alfabenin dışardan alınıp bazı yeni şekiller eklendiğni söylüyor, ama bizce, bu anıtlar çok işlek bir nesir üslubu, şiirsel bir dil ile, bir dil ve edebiyat harikasıdır. Hem de Şamanizme dair izlerin olmayıp Tanrı kavramı üzerine kurulmasıyla, hürriyet ve bağımsızlığı illemesiyle; devlet, millet, töre, tanrı, sevgi ve şevkatin konuştuğu cesur ve alp sesiyle; asaletten ziyade bilgeliğe ve erdemliliğe önem vermesiyle Türk tarihinin en görkemli eserlerinden birisidir.

Bu anıtlar devletin bir tarihi, sınırları, milletin yaşayışı ve daha sonraki hayatında hangi hususlara dikkat edileceği gibi hususlar üzerinde durur. Anıtların hepsi, Kağan'ın millete Tanrı tarafından gönderildiği, halkın ve beylerin kağanlarını bırakmamaları ve eğer bırakırlarsa başka milletlere köle olacakları, ölecekleri ihtar edilmektedir.

Kağan, Tanrı buyurduğu için "kağan oturmaktadır". Kağan bilgili olmalıdır; bilgisiz kağan kötü kağandır. Kağanın görevi milleti düzene sokmak, fakir milleti zengin, az milleti çok etmektir. Tanrı Költigin'in babasını kağan olarak görevlendirmiş; o da Türk milletini toplamış, yetiştirmiş, töreyi düzenleyip teşkilât getirmiştir. Kağan, Türk milleti için gece uyumamış, gündüz oturmamış, ölecek milleti diriltmiştir. Çevredeki bütün boyları kontrol altına almış, bu Türk boylarından karşı duranları yok etmiş, teslim olanları teslim alıp "millet" yapmıştır. Ama Çin milleti ile savaş veya barış esastır. Anıtların en büyük özelliği, barış dönemlerinde halkı ve beyleri Çin milletine karşı uyarmasıdır.
"... Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul olmuş, hanımlık kız evladı cariye olmuş."

"Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş (...) Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün! Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay Ormanına, Tögüldün ovasına konayım dersen, Türk milleti öleceksin!"

"Ötüken Ormanında oturursan, ebediyen il tutarak oturacaksın (...) o yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin!"

Buraya alınan kısa alıntılarda, anıtlar Türk milletinin en büyük düşmanına çok net bir şekilde işaret etmektedir. Burada bir saldırganlık yoktur, barış vardır. Milletin yurdunda oturması, birbiriyle iyi geçinmesi, yabancı tuzaklara düşmemesi ihtar edilmektedir.
""Türk, Oğuz beyleri, milleti, işit! Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan kağanına, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun."

Burada son derece yüksek bir güven ve huzur duygusu vardır. Anıtlar zaten baştan başa millet, kardeş, arkadaş duyguları ile doludur.

Tonyukuk anıtında da, Çin'de doğmuş Türk vezir, Tanrı kendisine bilgi verdiği için, Kağanın bilicisi, yardımcısı olduğunu; milletin -Tanrının verdiği- Kağanı bırakmaması gerektiği, bırakırsa mahvolacağı, öleceği bildiriliyor.

Köktürk runik yazısı, uzmanlara göre piktografi (resim yazı) dönemini geçmiş, ama henüz alfabe dönemine ulaşmamış bir yazı sistemi idi. Çünkü 38 işaret bri piktogram için az, bir alfabe için çoktur; ayrıca bir ses için dört-beş işaret de alfabeye aykırıdır. Bu nedenle Köktürk yazısı, alfabe olmaya başlamış bir hece yazısıdır, denilebilir.

Köktürk yazısı ile, Köktürk devletinin yıkılmasından sonra da yazılmış kitabelere rastlanmaktadır. Bunlar arasında Yenisey kitabeleri sayılabilir. Ayrıca Doğu Türkistan'ın çeşitli terlerinde bulunmuş ve bu yazı ile yazılmış bir fal kitabına ("Irk Bitig") da rastlanmıştır.


1.3.2.2. Soğd ve Uygur yazıları

Soğd milleti, bugünkü Özbekistan'da yaşamış, çok yumuşak huylu, barış sever ve tüccar bir millet idi. Türklerin genelde iyi ilişkiler kurdukları, topraklarında ticaret yapmalarına izin verdikleri bu halk, Zerdüştlük, Maniheizm, Budizm ve Hıristiyanlık gibi çeşitli dinleri benimsemiş ve Orta Asya'daki ticaret kolonileri vasıtasıyla dillerini ve yazılarını Türk ülkelerinde de yaymışlardır. Özellikle Uygur hakanı Bögü Kağan'ın Mani dinine girip bunu devlet dini olarak kabul etmesinden sonra, Doğu Türkistan'da oldukça yayılan bir yazı biçimi, Soğd yazısı olmuştu. Köktürk devleti zamanında bile, gerek mektup gerek anıt taşlarda bu yazıya rastlanmaktadır.
Bugün artık hem millet hem de dil olarak ortadan kalkmış olan Soğdluların yazısı, Uygur alfabesinin kökenini teşkil etmiştir. Soğd yazısının işlek türünden çıkarılmış olan Uygur alfabesi, 8. Yüzyıla kadar yaygın ve oldukça yoğun bir şekilde kullanılmış ve -kökeni ayrı olmakla birlikte- tam bir Türk alfabesi özelliğini kazanmıştır.

Özellikle 9. Yüzyıl ortalarında Koço Uygur Hanlığı'nda yaygın olarak kullanılmaya başlanan Uygur yazısı, zamanla diğer Türk toplulukları arasında da yayılmış ve meselâ, Fatih Sultan Mehmet tarafından bile kullanılan (Orta Asya'ya gönderilen "Zafername"lerde) bir yazı olmuştur. 12. Yüzyıldan sonra Moğollar tarafından da kullanılmaya başlanan Uygur yazısı, Türklerin bin yıllık yazı sistemleri olmuştur.

Bu harflerle, ham yazma hem de basma tekniği ile birçok eserler yazılmış; dinî içerikli olmak üzere Çince, Sanskritçe, Toharca ve Soğdçadan Türkçeye tercüme edilen eserler de bu yazı ile yazılmıştır.

"Kutadgu Bilig" ve "Atabetü'l-Hakayık" gibi Orta Asya kültür tarihimize ait ana eserlerin en iyi nüshaları da, bu yazı ile yazılmış nüshalar idi.

Uygur yazısının kullanıldığı dönemde, Türklerde örgün eğitim çalışmalarının da başladığı görülmektedir. Özellikle Budist rahip ve propagandacıları yetiştirmek için kurulan Budist "vihara"larında, din esasları üzerine yazılmış kitaplar okunuyor, öğreniliyor ve halka öğretilmek için Türkçeye çevriliyordu. Bu harflerle bazı Uygur kitaplarının basıldığ da net olarak bilinmektedir. Bu bakımdan Uygur harfleri, Türk kültür tarihinin en görkemli özelliklerinden birini temsil eder.


1.3.2.3. Mani yazısı ve diğer yazılar

Mani dini, 762'de Bögü Kağan tarafından resmî devlet dini kabul edilince, Arami-Süryani alfabeleri karışımı Mani yazısı da Türkçe eserlerin basıldığı bir yazı haline geldi. Maniheist rahipler de, aynı Budist rahipler gibi, kendi dinlerini anlatan eserleri Türkçeye çevirmeye ve propaganda etmeye başladılar.
Böylece, din ve yazı birliği, özellikle bizim kültür tarihimiz açısından, belirgin olarak ortaya çıktı. Milletin kabul ettiği din kutsal metinlere dayandığı, söz olarak ortalarda durup bozulmaması istendiği için yazılı sistemlere dayanıyor, ve her din de ilkelerinin yanı sıra yazı biçimini de kutsallaştırıyor ve dini yazı ile birlikte yayıyordu.

Bu durumu, Ermeni alfabesinin Hıritiyan Türklerce, İbrani alfabesinin Yahudi olan Hazar Türklerince, Arap harflerinin de müslüman olan Türk boylarınca kullanılmasıyla açık olarak görmekteyiz.


1.3.3. Sanat çalışmaları ve eserleri

Orta Asya Türk toplumlarının gerek yarı göçebe gerek yerleşik kesimleri arasında, bu insanların zevklerini, dünya görüşlerini, ruh yüceliklerini anlatan yoğun bir sanat faaliyeti bulunuyordu.
Ev ve giyecek eşyası olarak en çok kullanılan madde hayvan dersis ve yün idi. Bunlardan yapılan eşya ve giyeceklerin içindeki zekâ unsuru, üstündeki süslemelerdeki zevk oldukça yüksek idi. Deri ve yün eşyalara çeşitli renklerde veya çeşitli maddelerden birçok süslemeler yapılıyordu.

Orta Asya Türk kültüründe birçok maden işlemeciliği örneklerine rastlıyoruz. Köktürklerin demirci bir millet olduğunu, efsaneleri de tarihleri de doğrulamaktadır. Türklerin demir ve diğer maddelerden yapılmış eşyalar üzerinde ne kadar mükemmel altın kaplama yaptıklarını da, M.Ö. 5. Ve 4. Yüzyıla tarihlendirilen Esik Kurganından çıkan eşyalar, çok mükemmel göstermektedir.

Resim ve heykelde, -gerçi Çin, Hint ve Helenistik Anadolu ve İran sanatlarının etkisi olmakla beraber- bir Orta Asya geleneği yaratılabilmişti. Çeşitli konuları işleyen duvar resimlerinde, daha sonraki minyatür sanatının da esasını teşkil edecek grafik tarzı kalın çizgi ve motiflerin ağır bastığı bir tarz ortaya çıkmıştır. Heykelde de daha ziyade balçık ve toprak kullanılarak bir gelenek yaratılmıştır. Heykelde bilhassa üç alanda büyük bir gelişme olmuştur: mezarlara konulan, değişik konulardaki küçük heykeller (Orta Asya'da milattan önceki yıllarda başlayan gelişmiş bir mezar taşları ve mezar-içi kültürü vardır), en iyi örneklerini Orhun anıtlarında gördüğümüz hükümdar heykelleri ve her bıyda binlerce Buda heykeli. Bilhassa Budizmin yayılması sırasında resim ve heykel, güçlü bir propaganda ve eğitim vasıtası olarak kullanılmıştır.

Saray, kale ve şehir yapımı, yerleşik hayata geçen Türk toplumlarında oldukça gelişmişti. Ancak bu alanda, özellikle Tapgaçlar döneminde yoğun bir Çin etkisi görülüyordu. Buna rağmen, Kansu ve Turfan yerleşik medeniyetlerinde yüksek bir maddî Türk kültürü ile karşı karşıyayız. Türk şehirciliğinin ve tapınak yapımının gelişmesinde, kendine has bir mimari geliştiren Budizmin de etkisi büyük olmuştur.

Orta Asya Türk toplumları arasında, orijinal müzik âletleriyle birlikte, son derece canlı bir müzik faaliyetinin ortaya çıktığını görüyoruz. Hem de halk müziğinin yanı sıra, ondan bazı işleniş tarzları ve âletler bakımından ayrılan askerî müzik ve saray müziği ile birlikte!..

Burada kısaca sözü edilen sanat çalışmalarını sürdürebilmek için, halkın bu yönde hazırlanması ve halk arasından seçilen yetenekli kişilerin bu yönde, geleneksel usta-çırak ilişkisi içinde olsa bile, eğitilmesi gerekiyordu. Sanat tarihçileri, bunun pek çok örneklerini göstermektedir.

La oLm BéN |> <| ShoSyaLDeN pIqmIseM s<éN baNa Ne DiİsiN

LAn SosyaL deN PiqTim ArtıQ

vAÇİ gONdu Vİvi QonForyUU oRalEt OraLet AndAleheeeyyyy


RiY MisTirio (Hiç Sewmem AdAMIM JEFF HARDY)

KuFReDem SuLaLENE reY

Lan İneqTeki SüTü BuLaN aDam İnéQle NaPıYorDu AcceP

Bu mesaj; efekan771 tarafından '16.12.10 - 20:54' tarihinde değiştirildi. Sebep: Üst üste birden fazla mesaj yazamazsınız.
Alıntı ile Cevapla